31 Aralık 2016 Cumartesi

Tesbih kulturu sehadet parmağiyla çekilir
Raconu vardir
Emanettirr

29 Aralık 2016 Perşembe

Sultanı Yegah



şamdanları donanınca eski zaman sevdalarının
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın
nemli yumuşaklığı tende denizden gelen âhın
gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

yansıyan yaslı gülüşmelerdir karasevdalı suda
bülbüller kırılır umutsuzluktan yalnızlık korusunda
eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda
ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak
belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın


Attila İLHAN

Şükrü Erbaşın Sesini Özleyenlere

Şairin kendi sesinden diyeceklerim bu kadar.
Şiire hava katıcam diye kasıp kasıp kavrulanlara gelsin.
Düz okununca da oluyormuş!


28 Aralık 2016 Çarşamba

Zeybek


Anadolu edeb zeybekk bu postu egçeyimde yazacğım ayzıyı unutmayayım


İftarlık Gazoz

Niye Seyredelim ?
  Cem Yılmaz çok mu iyi oynamış yoksam bana mı öyle geldi ?Şöyleee güzelim egeeeeye bi uzanalım diyorsanız tatlı şivelerine eşlik edelim yahu diyerek ve çocukluk-masumiyet temalarıyla ilgiliyseniz seyredebilirsiniz.

Niye Seyretmeyelim ?
  Hoplamalı zıplamalı pencereleri kırmalı aksiyonlar ister gönlüm diyorsanız
dramın dibini görüp öyle seyir zevkine varırım ağır felsefi sorgulamalar içinde bulmam lazım kendimi diyenlerdenseniz ııh ıhh size göre değil.
Güzel sevmek tutup bi güzel bulup
Onu sevmek değildir
Güzel sevmek
Güzel sevebilmektir
Sevdiğin şeyi güzelce sevebilmektir.
Özvarliğindan emin bi şekilde
Güzeli değil
Güzel sevebilmeyi seçmek gerek.

27 Aralık 2016 Salı

Birleşir Olsun!

Saf kaynak insan TeKKAYNAK EHADÜSSAMED ile
buluşur  birleşir olsun!


Devasa bir kirlilik ve ne okuyacağiz sorunu var.
Kitabcilar bana huzur verirdi eskiden şimdi çizgimizi sahaflara kaydirdik
Geçen gün kitabciya girdim d&r ve türevi yerlere zaten girmem burasi benim esnaf adam olun muhabbetinden mütevellit gitmeyi sectiğim mahallemde bi yer, tabiri caizdir gerisin geriye kaçtim
O ne pespaye kitaplar (!) kitapta denmez gerçi , resmen adam kafasindaki kelimeleri yanyana getirmis kitab cikarmis yahu guzel kardesim bunun icin blogerler var cok yazmak istiyosan yaz oraya , nasibi olan da nasiblenir, sen tutup niye kitab cikariyorsun, tamam edebiyat sömürüye açik sağlik kitablarina geçeyim dedim hepsi malum bir kitaptan kırpılma piyasa kitabi gerçekten midem bulandi.İnşAllah insanlar uyanir olurda bunlarin uyurlen gördükleri rüyalarina katki olmayi birakirlar.Heee birde şu terapi boyama kitaplari varki sinirlenmek icin birebir, adam yazmiş boyayla terapi , ne ulan sen ne ara bana hasta tanisi koydun da iki tane mandala resmi yirmi boya kalemiyle tedavi edeceğini iddaa ediyorsun.Yahu iğrenc bisey.Yeterki satin alin hastaliğinizi üretir ve tedavi ederiz kafa bu.Asıl hasta olan sizlersiniz insanlari aptal yerine koyup tedavi ettiren boya kitabi satıyoruz hadi alın nemalanalım bizlerde diye düşündüğünüz için asıl ahlaksizlar sizlersiniz.Burada devreye hemen Nurettin Topcunun İsyan Ahlaki girer ! Yaşasin İsyan Ahlaki! Dücane Bey meydani boş bulup at koşturmadan evvel felsefe adina bu ülkede o vardi ve çok kiymetli bir değerdi.Değerini bilenlere selam olsun.Allaha çok şükür ediyorum o boyama kitaplarina beni uyuz yarattiği için.Alabildiğimiz icin herşeyi almaya hakkimizin olduğunu zannediyoruz ardindan gelen tatminsizlikler zinciride cabasi.Yapabildiğimiz herşey için zannediyoruz ki biz onu yapariz o siradandir tek siradan var oda bizim zihinlerimiz, bizlerin en buyuk yanilgilarindan biri duâ nin erişilmesi yakin gelecekte olan yada erişilmesi bize mümkün görülmeyen şeyler için yapilir.Bu duaya hakarettir.İnsanin kabul olunmuş duâsidir hayati.İnsanin birsürü kabul olunmuş duâsi vardir.Ve efendi baba derki Allaha şükür ile dönmeyen imtahan zincirleriyle döner.Ne diyorduk gene dağildik neyi okuyacağiz hepsi birbirinin kötü birer kopyasi iken neyi okuyacağiz.Çare sözlük.Açın sözlük okuyun.Sözlük gibisi yoktur.Olmadi Ansiklopedi okuyun.Gerçi bunlari okumadan hayati ve hâlleri okuyanlar vardir satırlari aşıp sadırlari sezip ince feraset göstermek en güzelidir daima ince feraset ile hareket etmeyi niyaz ederim.

26 Aralık 2016 Pazartesi

bir şeyler yazma ve yazmama

bir şeyler yazayım dedim
sonra yazmayayım dedim
hepsini ben dedim
iki ucunu birden
hasılı yazmış bulundum bir kaç bir şey
çiziktirmiş olduk, ben çok küçükken
bir şiir duymuştum radyoda
dinlesem ney
sussam bilinç kirlenir diye
bulamadım hala o şiiri
hiç bi yerde
ortalığı temizlerken şiir defterimi kalır elde
böyle benden habersiz aradığım
çok beste
çok mısra
çok şarkı var
unutayım gitsin.
geniş gökyüzünden geniş beyindeki bulutlar
yağsın yine benim şarkımı söyleyecek birinin üzerine
birşeyler yazalım dedik bilinç temiz kalsın diye
Çok şükür bugun ben bir güzel gördüm!
Subhanallah kayitlanmazz!
Subhannallah bi köpekcik gördüm ki
Cânlara şenlik bugun ben bir güzel gördümm
Ân ân dem dem...
Nasil anlatilsin o Huve Ahsen
Bu telefondan blog işi zor oluyor
Yandan reklamlar fışkıriyor
Neyse sloganimiz bloger kalici diğerleri uçucu
Ya leley ya leley
Bugün ben bir güzel gördüm

25 Aralık 2016 Pazar

Notlar 002















Alevi-Bektaşilik:

Anadolu ve balkanlarda en yaygın İslam tasavvuf anlayışıdır. Alevi-Bektaşi tekkelerine dergah’da denir. Tekkelerin küçüklerine zaviye büyüklerine asitane veya hankah denilirdi. Anadolu ve Balkanlarda kurulmuş olan yüzlerce tekke 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla kapatılmıştır.
Alevi-Bektaşilerde “Cem ayinlerinde oniki hizmet görevi vardır. Bunlardan ikisi Sakka ve Sofracı’dır. Sakkalar su dağıtır, lokmalar( yemek) yendikten sonra temizlik için ibrik, leğen ve havlu getirir. Sofracı kurban(sofra) ve yemek işlerine bakar. Ayin sonrası Sakka su, şerbet v.s içecekleri dağıtır. Sofracı lokmalar(yemek) dağıtır elimde yoktur terazi herkes oldu mu hakkına razı diye üç defa seslenir. Dede hizmet ve destur (yemek yeme) duasını okur. Lokmalar (yemek) yenip sofra duası edildikten sonra Dede Duran Oturan duasını verir.Bu duadan sonra isteyen gidebilir.” (22)
Yemekten önce ve sonra yemek duası okunur. Yemeğe önce Dede başlar. Dede’den önce yiyen cezalandırılır.
Tuz, Bektaşilikte de pek mukaddestir. Sofrada mutlaka tuz bulunur, yemeğe tuz ile başlanır ve tuza parmak basıp tadarak bitirilir. (23)
Yemekten önce;

Bismişah-Allah-Allah!…
Evvel Allah diyelim,
Kadim Allah diyelim…
Sebber-ü, subber sundular Kevser,bismişah!…
Sofra Ali’nin, himmet Veli’nin, bismişah!…
Geldi Ali sofrası, şah diyelim.
Şah versin, biz yiyelim!…
Allah, eyvallah! Destur Şah!…

Yemekten sonra;

Bismişah-Allah-Allah!…
Bu gitti, ganisi gele…
Hak Muhammed Ali bereketini vere!…
Yiyip yidirenlere, pişirip kotaranlara,
nur-i iman, ask-u sevk ola!…
Gittiği yer gam ve dert görmeye!…
Artsın eksilmesi, taşsın dökülmesin… Lokma hakkına, evliya keremine,
cömertler cemine,
gerçek erenler demine “Hü” diyelim…
Nimeti celil, bereketi İbrahim Halil!

Yine Bektaşi sofralarında Gülbengler( Gülbang) çekilir.

Lokma Gülbangi;
Bismillah Bismişah Allah Allah
Hizmetleriniz kabul ola,
Lokmalarınız Kurbanlarınız Ulu dergaha yazılmış ola,
Hak Muhammed Ali’nin didarından,
İmam Hüseyin’in darından,
On iki imamın katarından ayırmaya,
On dört masumu pak,
On yedi kemeri best
Ve kırklar şefaatçınız ola,
Emeğiniz zaya gitmeye,
Her iki cihanda yüzünüz ak,
İmanınız pak ola,
Yuvanız meserretli ola,
Dil bizden nefes hakta sayıla,
Allah eyvallay Hüü…

Sofra Gülbangi;
Bismillah bismişah Allah Allah
Seberi Sübeer Mürşüdü Rehber
Sundular kevser
El hamdülüllah el hamdülüllah,
Sofra Ali’nin nimet Veli’nin
El hamdülüllah el hamdülüllah,
El şükürüllülah, nimet i celil,
berekatü halil,
habibi huda
resulu Kibriya
serveri enbiya Muhammed Mustafa Sahi velayet
Ali’yel Murteza aşkına.
Allah ulu sofra dolu her kim yedirdi lokma
Hüseyin’in defterine kayd ola.
Nuri nebi kerem i İmam Ali gülbangi
Pirimiz Hünkarımız Hacı Bektaş i Veli
gerçek erenler demine
Hüü diyelim Hüü.. (24)
Lokma, “inançla ilgili yenen ve dağıtılan her türlü yemek, kurban” anlamındadır.

   Bektaşilikte Cem ayininin içinde yer alan ve sofra adabını Mark Soileau şöyle anlatmaktadır. “Sofra, Bektaşilik ile ilgilenen misafirler ya da nasib almak isteyenler için Bektaşiliğ’i tanıma fırsatı sunar. Sofra kelimesi, gezmeye çıkmak, örtüyü açmak ve açığa vurmak anlamlarını taşıyan Arapça s-f-r kökünden türetilmiştir. Bu manaların hepsi sofranın eski anlamında birleşir. Başlıca yolculukta kullanılan meşin ve’saireden dai’revi bir yaygı ki kenarlarında bulunan halka veya deliklere geçirilmiş bir gaydanla toplanıp yere açıldıkta üstüne ekmek ve yemek konur. Eski dervişlerin gezilerinde kullandıkları bu maddi sofra açılırken içindekiler açığa vurulur, yiyecekler yendikten sora da kapatılıp içindekiler gizlenir.
   Sofra ritüelinde yapılan eylemlerin hepsi Erkanname’de yazılı olmadığı için geleneğe dayanır; dolayısıyla, sofranın nasıl uygulandığını anlamak için belli bir dergahın geleneğine bakmak gerekir. Dergahların arasında ayrıntı farklılıkları olabilir, ama bu ayrıntıların işaret ettiği öz aynıdır.
   Gaziler Dergahı Ankara’da kurulan ve İlhami Baba yönetiminde yürütülen bir Bektaşi topluluğudur. …Gaziler Dergahı İstanbul Bektaşi geleneğini sürdürmektedir. Nevruz, Sarı Saltuk Bayramı gibi belli günlerde olan törenlerin yanında, nasib törenleri gibi özel sohbetler için de İlhami baba’nın evinde meydan açılır. Meydandan
sonra Gaziler üyeleri meydan odasından çıkıp Bektaşi kıyafetlerini çıkarır, günlük kıyafetlerini giyerler. Sofra İlhami Baba’nın yemek odasında kurulur. Ana yemekler olan kurban eti ve pilav mutfakta hazırlanır. Üyeler de meze, tatlı gibi ek yiyecekleri evlerinde hazırlayıp getirirler. Baba masanın başında oturur ve sofrada bulunan diğer babalar ve misafirler yakınında oturur. Müzik aletleri çalan üyeler genelde masanın bir ucunda heyet şeklinde oturur. Diğer canlar baba tarafından oturtulur.
   Sofrada yenen bazı yiyeceklerin özel isimleri vardır ve Bunların çoğu Bektaşi tarihinde önemli rol oynamış olan babaların isimlerini taşır. Mesela tuza ki,-tuz, dengeyi simgeler-Balım Sultan denir. Bektaşiliğin ikinci Pir’i olan Balım Sultan’ın, Bektaşi erkanını kurumsallaştırdığı için, bir anlamda yola düzen, denge getirdiği düşünülür. Pilava da Kaygusuz denir. Kaygusuz Abdal’ın yiyeceklerle ilgili şiirleri ve özellikle pilavla ilgili bir beyti vardır:

              Ey yüzü gül kameti serv-i hıramanım pilav

              Sade yağlı kara benli misk-i Hutenim pilav

     Renklerine göre anlam vermek için de, kırmızı şaraba,  Kızıldeli Sultan,  rakıya da Akyazılı Sultan denir. Denebilir ki, Bektaşiler bunları yediği ve içtiği zaman, Bektaşi tarihini içlerine alıyorlar.

     Sofranın başında bir çerağ (mum) uyandırılır ve Baba ilk demin alınması için  Peymane Gülbangi’nı okur:

       Bismişah Allah Allah

       Dem dem demi

       Hayder demi

       İçenler buldu selameti

       Mümine Kevser demi

       Münkire teber demi

       Küffara hançer demi

       Dem-i muhibban

       Dem-i sadıkan

       Dem-i aşıkan

       Dem-i Arifan

       Dem-i Abdalan

       Dem-i Pir-i Horasan

       Dem-i Pir

       Kerem-i Evliya

       Gerçeklerin dem ü devranına Hü diyelim Hüü…

ve iki iki yudum dem içer, “Üçler Aşkına” der bir yudum daha içer. Katılımcılar da aynı şekilde üç yudum alır. En sonunda sakilikle görevlendirilmiş ola derviş dem alır. Sonra Baba, dem’den lokma’ya geçiş sağlamak için bir gülbang okur.

Bismişah Allah Allah

      Sır ola

      Nur ola

      İçtiğimiz şeraben tahur ola

      Batınımız pür nur

      Zahirimiz ma’mur

      Hanedanı fukarayı Bektaşiye pür nur ola

      Düşmanı al-i aba hor ve mahkur ola

      Muhabbet aşkına içile

      İmamların ruhi revanları şad ve handan ola

Akyazılı Sultan ve Kızıldeli Sultan lokması şifayı mahz olup

      Nuri iman ola

      Erenlerin lokması nan-ü nimet artıp eksilmeye

      Taşıp dökülmeye

      Nazara lokma

      Pervazı sofra Hü diyelim Hüü

     Bundan sonra Baba Sofra Gülbabgi’ni okur, ve herkes bir tutam tuz alır Tuz dengeyi simgelediği için, sofranın başında alınışının nedeni de düzenli, dengeli bir sofra sağlaması isteğidir. Zaten sofra ritüeli disiplinli bir şekilde uygulanır. Önce Baba almazsa, hiç kimse yemek yemez, dem almaz. Tuz alındıktan sonra Baba yemeğe müsaade verir. Konuşmaya başladığında herkes kaşığını bırakıp dinler. Baba, anlattığı fıkra, şiir ya da hikayenin mesajını açıkladığında “dem görelim canlar”! Der ve bir yudum dem alır. Sonra herkes birlikte içer. Baba’nın konuşmasından sonra nefesler okunur ve yine önemli noktalarda Baba dem alır.

    Bektaşi sofrasında dem tabiri, şarap ya da rakı için kullanılır ama kelimenin birçok anlamı vardır. Arapça kan anlamına geldiği gibi, Farsça’da nefes, an ve zaman demektir. Günümüz Türkçe’sinde   genelde çayın demlenmesi için kullanılır. Bektaşiler için bütün bu manalar geçerli olup, sofradaki anlamını pekiştirir. Şarapta kan gibi kırmızı ve hayatidir, nefes gibi içine alınır, önemli bir anı işaretler ve kaynar suyun çay yapraklarının özünü çektiği, dem de sofradaki havanın özünü çeker. Dem kelimesinin bu bağlamda en önemli anlamı andır. Çünkü insanın idraki, bilincinin dıştan gelen mesajlarla birleştiği anlar olur. Böyle anlar geçicidir; dolayısıyla yakalanmaları gerekir. Bektaşilik, üyelerine bu anı yakalamak için simgesel bir yol bulmuştur: sofrada bu anları içerler. Böylece dem’i görür ve o anları yaşarlar.

     Baba konuşurken önemli noktalarda lokma alıyorsunuz değil mi? diye sorar. Bu soru katılımcıların yemek yemeğe devam etmeleri için bir işarettir ama aynı zamanda Bana, bu noktanın yakalanması, yenmesi gerektiğini hatırlatır. Zira iki türlü gıda vardır. Ağızdan alınan maddi gıda ve kulaktan alınan manevi gıda Bektaşi sofrasında her iki anlam bir eylemde birleşir ve mesaj indirilir. İdrak, anlarda olur; dem yudumlarla alınır ve gıda lokma lokma yenir.

    Lokma terimi bu şekilde anlaşılırsa meşhur bir lokma, bir hırka tabiri de yeni bir anlam kazanır. her şeyle yetinip sadece bir lokma bir hırka isteyen değil, pozitif olarak anlamlı bir lokma arayan derviş önümüze çıkar. Bulduğunda onu da gizlemek için bir hırka ister. Çünkü derviş, hem iç hem dışla ilgilenir.

    Son nefes okunduktan sonra Baba, Saki Baki Gülbangi’ni okur:

    Bismişah Allah Allah

    Varlığı verdi saki

    Sakiye muhabbet değildir baki

    Saki baki aşkına Allah diyelim, Allah Allah

Ve Baba kadehindeki dem’i bir yudumda bitirir. Saki derviş de “saki baki canlar !”diye çağırır ve herkes aynı şekilde demlerini bitirir. Peymaneler kaldırılır, tatlı yenir. Sonra Baba son gülbangini okur:

    Hani merdan Nimeti Yezdan

    Bereketi Halilürrahman

    Elhamdülillah Elhamdülillah Elhamdülillah

    Elşükrülillah Elşükrülillah Elşükrülillah

    Bu gitti ganisi gele

    Hak-Muhammed-Ali Berekatini vere

    Getirip yedirenlere

    Pişirip kotaranlara

    Yiyip yiyenlere

    Aşkı şevk nuru iman ola

    Dem’in ifade ettiği bu süreci uygulamak kolay değildir. Pir Sultan Abdal’ın Uyardığı gibi:

    Güzel aşık cevrimizi

    Çekemezsin  demedim mi

    Bu bir rıza lokmasıdır

    Yiyemezsin  demedim mi

     Yemeyenler kalır naçar

     Gözlerinden kanlar saçar

     Bu bir demdir gelir geçer

     Duyamazsın demedim mi”  (25)

     Bektaşiliğin irşad yeri genellikle sofradır. Sofrada dem almak asla herkesin istediği kadar içmesi şeklinde değildir. …asker talimi gibidir. Bektaşilikte hiç dem almayana nasip verilmez. Çok dem alan çevreyi rahatsız edecek kadar nefsine hakim olmayana da nasip verilmez. Ağızdan alınanın hiç önemi yoktur. Kulaktan alınan dem önemlidir. O da sohbettir.(26)

   İslam öncesi ve sonrası Orta-Asya Türk topluluklarında “Ateş” ve “Ocak” kutsal kabul edilirdi. Yerleşik düzen sonrası da evdeki ateş yakılan ocak da kutsanmıştır. Küre de tabir edilen ateş yakılan yere niyaz edilir hale dönüşmüştür. Ocakta yanan ateş söndürülmeyerek üstü külle örtülür. Cuma akşamları ise; ocak başında Kur’an ve gülbank okunur, uğrular için ateşe üzerlik otu ve tuz atılır, ocağın davlumbaz üstünde ki çıralığa mum yakılarak sabaha dek söndürülmezdi. Yine bu akşam helva, çörek, bicik, sırın, arabaşı, kömbe, balör gibi yiyecekler hazırlanarak topluca dualar eşliğinde “ocakbaşı”nda yenir, şerbetler içilirdi.(27) “Hozat-Merzifon-Bigadiç gibi ülkemizin değişik yörelerinde Alevilerce Şubat ayının tam ortasına gelecek şekilde Hızır Orucu tutularak, sonunda kurban kesilir (tığlanır) ve cem ibadeti eda edilir.”   “ Bugüne özgü yemeklerde; Balör veya sırın yapılır, katmer veya bıcıklar ve çörekler hazırlanır. Tereyağlı, sade, haşhaşlı, peynirli veya çökelekli, kıymalı veya kuşbaşı etli, sebzeli (ıspanak, pazı, pancar yaprağı, kenger, çeşitli ot ve kökleri gibi) olarak ayrı ayrı yapılan sac üstü, bazlama veya üç kulak denilen ve yörelere göre adı ile içi değişen yiyecekler yapılır. Külçük denilen bıcıklar üstüne de elle kaz ayağı şekli yapılır. Kazayağı kutsiyet ifade ettiği için; üzerinde bu motif bulunan pideleri yiyenlere uğur getirileceğine inanılır. Bazı yerlerde ise beş parmakla el şekli yapılır ki bu da “Pençe-i Ali-Aba”yı ya da “Fatma Ana Eli”ni ifade etmektedir.

    Zengin olanlar ya da ortak olarak bir gün önceden kurban keserek, özel yemekler hazırlarlar ve tüm komşuları çağırırlar. Akşam ise “Hızır Cemi” olur ve toplu ibadet yapılır. Genel olarak son günü; Babuko, Bıcık, bulgur (düğür) pilavı yapılır. İçecek olarak da üzüm şırası ya da yazın yoğurttan yapılarak katılaştırılmış süzme yoğurdun yuvarlatılarak güneşte kurutulmuşundan ve “Kurut” denilen nesneden ayran yapılarak ikram edilir. Tatlı olarak da; buğday, saç’ta kavrularak soğutulduktan sonra Distar denilen taştan el değirmeninde un haline getirilir, sıcak suda hamur haline gelen ve “Kavut” denilen sade helva bir küçük tepsiye konarak ortası derinleştirilir, ortasına da şerbet ya da süzme bal konur, üzerine de, kuru kaymak yada yaş kaymak veya eritilmiş tuzsuz sade tereyağı dökülerek kaşıkla yenir.

   Kesilip pişirilen kurbanlar, Ceme getirilen Hak Lokmaları düzenli, eşit biçimde paylaştırılır. Pirin destur vermesi ile birlikte yemekler yenir: Lokmalar yenildikten sonra sofra duası verilerek, Dede canların evlerine gitmeler için şöyle der: “Gidenin, duranın, sırrı sır edenin, kaygısız, şüphesiz, ya Hak, ya Muhammed, ya Ali deyip yastığına baş koyanın demine devranına hü diyelim hüü!…”

Normal yemek ve tatlıların dışında poğmut denilen el değirmeninde çekilmiş kuru dut unundan ve 12 çeşit yiyecek ve bol badem ezmesi ilave edilerek hazırlanmış bir nevi helva türü, Hızır Orucu’nun son iftar yemeğinde ikram edilir.

  Türkiye ortalamasına uygun, Hızır orucuna mahsus “Pohut Tatlısı”nın içine konan malzemelerin ve yapılış usulü; en az on iki çeşit olmak kaydıyla bu malzemelerden denkleri konabilmektedir.

  Malzemeler: Yarma Buğday (gendime), iri bulgur, mısır, nohut, mercimek, kuru fasulye, arpa, bakla ayrı ayrı tavada kavrularak taştan el değirmeninde un haline gelinceye dek çekilir ve elekle elenir. Çerezlerden: Fındık, fıstık, ceviz, badem, acıbadem içleri belli oranlarda az kırılmış vaziyette un haline getirilmiş hububat harca katılır. Tatlı tür çerezlerden; kuru üzüm, incir, kuru dut, ezildikten sonra hazırlanmış ve ılık suda hamur haline getirilmiş harca katılır. Hepsi birden sade tereyağında hafif ateşte kavrulur. Bu kavurma esnasında içine azar azar yedirerek pekmezli su veya şekerli şıra ilave edilerek, helva kıvamına gelmesi sağlanır. Daha sonra bir tepsiye konarak yayvanlaştırılır. Orucun son gününden bir gün önce hazırlanan Pohut Tatlısı tepsiyle ambar veya kilere götürülerek tepsiyle buğday veya un çuvallarının ya da peteğinin üstüne konur. Eğer tepsinin üzerinde bir işaret varsa muhakkak Hızır uğramış ve elini değdirmiştir ve yıl boyu bereket ve bolluğa kavuşulacaktır. (28)

   Anadolu’nun hemen her yerinde 6 Mayıs’ta bazı yerel farklılıklarla kutlanan Hıdırellez(Hıdır-İlyas) şenliklerinde Alevilerde “kuzu eti yeme geleneği kökleşmiştir. Bir sene hiç et yüzü görmeyenler bile mutlaka kuzu keserler ve buna Hızır hakkı için derler.”(29)

   Alevi-Bektaşilerce kutsal Muharrem ayının 1 ve12. günleri arasında tutulan orucu takip eden güne “Aşure Günü” denir. O gün etli pilav ve aşure dağıtılır.   21 Martta Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada kutlanan Nevruz Alevilerce “Sultan Nevruz” olarak adlandırılır. Günün önemine atfen yapılan Cem ibadeti sonunda lokmalar, şerbetler ve süt dağıtılır. (30)

   Nevruz günü yenen yiyecekler arasında ıspanaklı börek, soğan kabuğu ile boyanmış yumurtalar, yufka, sarı burma, şeker, lokum ve leblebi sayılabilir.(31)

     23 bektaşilik ve batınilik  www.geocites

        24 www.pirsultan.net

        25   Mark Soileau-Lokma almak,Dem görmek:Bektaşi Sofrasında Sindirim. Uluslar arası Bektaşilik ve Alevilik sempozyumu  28-30 Eylül 2005 Isparta www.ilahiyat.sdu.edu.tr

        26   http://www.hardasan.com/showthread.php

       27   İsmail Onarlı-Türk İnanç Önderi:Şeyh Hasan  2001,www.alevibektasi.org

       28   Hızır orucu ve cemi, tören ve şöleni- İsmail onarlı http://f27.parsimony.net

       29  Hasan Kılavuz- http://www.koeln.alevi.com

       30  www.alevi.dk/DABF

       31  http://www.cansaati.org/topluluk/forum- Türkiye’de Nevruz

*2007 yılında yapılmış ve yayınlanmamış bir çalışma

            kaynak:

Alevi-Bektaşilik:

Anadolu ve balkanlarda en yaygın İslam tasavvuf anlayışıdır. Alevi-Bektaşi tekkelerine dergah’da denir. Tekkelerin küçüklerine zaviye büyüklerine asitane veya hankah denilirdi. Anadolu ve Balkanlarda kurulmuş olan yüzlerce tekke 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla kapatılmıştır.
Alevi-Bektaşilerde “Cem ayinlerinde oniki hizmet görevi vardır. Bunlardan ikisi Sakka ve Sofracı’dır. Sakkalar su dağıtır, lokmalar( yemek) yendikten sonra temizlik için ibrik, leğen ve havlu getirir. Sofracı kurban(sofra) ve yemek işlerine bakar. Ayin sonrası Sakka su, şerbet v.s içecekleri dağıtır. Sofracı lokmalar(yemek) dağıtır elimde yoktur terazi herkes oldu mu hakkına razı diye üç defa seslenir. Dede hizmet ve destur (yemek yeme) duasını okur. Lokmalar (yemek) yenip sofra duası edildikten sonra Dede Duran Oturan duasını verir.Bu duadan sonra isteyen gidebilir.” (22)
Yemekten önce ve sonra yemek duası okunur. Yemeğe önce Dede başlar. Dede’den önce yiyen cezalandırılır.
Tuz, Bektaşilikte de pek mukaddestir. Sofrada mutlaka tuz bulunur, yemeğe tuz ile başlanır ve tuza parmak basıp tadarak bitirilir. (23)
Yemekten önce;

Bismişah-Allah-Allah!…
Evvel Allah diyelim,
Kadim Allah diyelim…
Sebber-ü, subber sundular Kevser,bismişah!…
Sofra Ali’nin, himmet Veli’nin, bismişah!…
Geldi Ali sofrası, şah diyelim.
Şah versin, biz yiyelim!…
Allah, eyvallah! Destur Şah!…

Yemekten sonra;

Bismişah-Allah-Allah!…
Bu gitti, ganisi gele…
Hak Muhammed Ali bereketini vere!…
Yiyip yidirenlere, pişirip kotaranlara,
nur-i iman, ask-u sevk ola!…
Gittiği yer gam ve dert görmeye!…
Artsın eksilmesi, taşsın dökülmesin… Lokma hakkına, evliya keremine,
cömertler cemine,
gerçek erenler demine “Hü” diyelim…
Nimeti celil, bereketi İbrahim Halil!

Yine Bektaşi sofralarında Gülbengler( Gülbang) çekilir.

Lokma Gülbangi;
Bismillah Bismişah Allah Allah
Hizmetleriniz kabul ola,
Lokmalarınız Kurbanlarınız Ulu dergaha yazılmış ola,
Hak Muhammed Ali’nin didarından,
İmam Hüseyin’in darından,
On iki imamın katarından ayırmaya,
On dört masumu pak,
On yedi kemeri best
Ve kırklar şefaatçınız ola,
Emeğiniz zaya gitmeye,
Her iki cihanda yüzünüz ak,
İmanınız pak ola,
Yuvanız meserretli ola,
Dil bizden nefes hakta sayıla,
Allah eyvallay Hüü…

Sofra Gülbangi;
Bismillah bismişah Allah Allah
Seberi Sübeer Mürşüdü Rehber
Sundular kevser
El hamdülüllah el hamdülüllah,
Sofra Ali’nin nimet Veli’nin
El hamdülüllah el hamdülüllah,
El şükürüllülah, nimet i celil,
berekatü halil,
habibi huda
resulu Kibriya
serveri enbiya Muhammed Mustafa Sahi velayet
Ali’yel Murteza aşkına.
Allah ulu sofra dolu her kim yedirdi lokma
Hüseyin’in defterine kayd ola.
Nuri nebi kerem i İmam Ali gülbangi
Pirimiz Hünkarımız Hacı Bektaş i Veli
gerçek erenler demine
Hüü diyelim Hüü.. (24)
Lokma, “inançla ilgili yenen ve dağıtılan her türlü yemek, kurban” anlamındadır.

   Bektaşilikte Cem ayininin içinde yer alan ve sofra adabını Mark Soileau şöyle anlatmaktadır. “Sofra, Bektaşilik ile ilgilenen misafirler ya da nasib almak isteyenler için Bektaşiliğ’i tanıma fırsatı sunar. Sofra kelimesi, gezmeye çıkmak, örtüyü açmak ve açığa vurmak anlamlarını taşıyan Arapça s-f-r kökünden türetilmiştir. Bu manaların hepsi sofranın eski anlamında birleşir. Başlıca yolculukta kullanılan meşin ve’saireden dai’revi bir yaygı ki kenarlarında bulunan halka veya deliklere geçirilmiş bir gaydanla toplanıp yere açıldıkta üstüne ekmek ve yemek konur. Eski dervişlerin gezilerinde kullandıkları bu maddi sofra açılırken içindekiler açığa vurulur, yiyecekler yendikten sora da kapatılıp içindekiler gizlenir.
   Sofra ritüelinde yapılan eylemlerin hepsi Erkanname’de yazılı olmadığı için geleneğe dayanır; dolayısıyla, sofranın nasıl uygulandığını anlamak için belli bir dergahın geleneğine bakmak gerekir. Dergahların arasında ayrıntı farklılıkları olabilir, ama bu ayrıntıların işaret ettiği öz aynıdır.
   Gaziler Dergahı Ankara’da kurulan ve İlhami Baba yönetiminde yürütülen bir Bektaşi topluluğudur. …Gaziler Dergahı İstanbul Bektaşi geleneğini sürdürmektedir. Nevruz, Sarı Saltuk Bayramı gibi belli günlerde olan törenlerin yanında, nasib törenleri gibi özel sohbetler için de İlhami baba’nın evinde meydan açılır. Meydandan
sonra Gaziler üyeleri meydan odasından çıkıp Bektaşi kıyafetlerini çıkarır, günlük kıyafetlerini giyerler. Sofra İlhami Baba’nın yemek odasında kurulur. Ana yemekler olan kurban eti ve pilav mutfakta hazırlanır. Üyeler de meze, tatlı gibi ek yiyecekleri evlerinde hazırlayıp getirirler. Baba masanın başında oturur ve sofrada bulunan diğer babalar ve misafirler yakınında oturur. Müzik aletleri çalan üyeler genelde masanın bir ucunda heyet şeklinde oturur. Diğer canlar baba tarafından oturtulur.
   Sofrada yenen bazı yiyeceklerin özel isimleri vardır ve Bunların çoğu Bektaşi tarihinde önemli rol oynamış olan babaların isimlerini taşır. Mesela tuza ki,-tuz, dengeyi simgeler-Balım Sultan denir. Bektaşiliğin ikinci Pir’i olan Balım Sultan’ın, Bektaşi erkanını kurumsallaştırdığı için, bir anlamda yola düzen, denge getirdiği düşünülür. Pilava da Kaygusuz denir. Kaygusuz Abdal’ın yiyeceklerle ilgili şiirleri ve özellikle pilavla ilgili bir beyti vardır:

              Ey yüzü gül kameti serv-i hıramanım pilav

              Sade yağlı kara benli misk-i Hutenim pilav

     Renklerine göre anlam vermek için de, kırmızı şaraba,  Kızıldeli Sultan,  rakıya da Akyazılı Sultan denir. Denebilir ki, Bektaşiler bunları yediği ve içtiği zaman, Bektaşi tarihini içlerine alıyorlar.

     Sofranın başında bir çerağ (mum) uyandırılır ve Baba ilk demin alınması için  Peymane Gülbangi’nı okur:

       Bismişah Allah Allah

       Dem dem demi

       Hayder demi

       İçenler buldu selameti

       Mümine Kevser demi

       Münkire teber demi

       Küffara hançer demi

       Dem-i muhibban

       Dem-i sadıkan

       Dem-i aşıkan

       Dem-i Arifan

       Dem-i Abdalan

       Dem-i Pir-i Horasan

       Dem-i Pir

       Kerem-i Evliya

       Gerçeklerin dem ü devranına Hü diyelim Hüü…

ve iki iki yudum dem içer, “Üçler Aşkına” der bir yudum daha içer. Katılımcılar da aynı şekilde üç yudum alır. En sonunda sakilikle görevlendirilmiş ola derviş dem alır. Sonra Baba, dem’den lokma’ya geçiş sağlamak için bir gülbang okur.

Bismişah Allah Allah

      Sır ola

      Nur ola

      İçtiğimiz şeraben tahur ola

      Batınımız pür nur

      Zahirimiz ma’mur

      Hanedanı fukarayı Bektaşiye pür nur ola

      Düşmanı al-i aba hor ve mahkur ola

      Muhabbet aşkına içile

      İmamların ruhi revanları şad ve handan ola

Akyazılı Sultan ve Kızıldeli Sultan lokması şifayı mahz olup

      Nuri iman ola

      Erenlerin lokması nan-ü nimet artıp eksilmeye

      Taşıp dökülmeye

      Nazara lokma

      Pervazı sofra Hü diyelim Hüü

     Bundan sonra Baba Sofra Gülbabgi’ni okur, ve herkes bir tutam tuz alır Tuz dengeyi simgelediği için, sofranın başında alınışının nedeni de düzenli, dengeli bir sofra sağlaması isteğidir. Zaten sofra ritüeli disiplinli bir şekilde uygulanır. Önce Baba almazsa, hiç kimse yemek yemez, dem almaz. Tuz alındıktan sonra Baba yemeğe müsaade verir. Konuşmaya başladığında herkes kaşığını bırakıp dinler. Baba, anlattığı fıkra, şiir ya da hikayenin mesajını açıkladığında “dem görelim canlar”! Der ve bir yudum dem alır. Sonra herkes birlikte içer. Baba’nın konuşmasından sonra nefesler okunur ve yine önemli noktalarda Baba dem alır.

    Bektaşi sofrasında dem tabiri, şarap ya da rakı için kullanılır ama kelimenin birçok anlamı vardır. Arapça kan anlamına geldiği gibi, Farsça’da nefes, an ve zaman demektir. Günümüz Türkçe’sinde   genelde çayın demlenmesi için kullanılır. Bektaşiler için bütün bu manalar geçerli olup, sofradaki anlamını pekiştirir. Şarapta kan gibi kırmızı ve hayatidir, nefes gibi içine alınır, önemli bir anı işaretler ve kaynar suyun çay yapraklarının özünü çektiği, dem de sofradaki havanın özünü çeker. Dem kelimesinin bu bağlamda en önemli anlamı andır. Çünkü insanın idraki, bilincinin dıştan gelen mesajlarla birleştiği anlar olur. Böyle anlar geçicidir; dolayısıyla yakalanmaları gerekir. Bektaşilik, üyelerine bu anı yakalamak için simgesel bir yol bulmuştur: sofrada bu anları içerler. Böylece dem’i görür ve o anları yaşarlar.

     Baba konuşurken önemli noktalarda lokma alıyorsunuz değil mi? diye sorar. Bu soru katılımcıların yemek yemeğe devam etmeleri için bir işarettir ama aynı zamanda Bana, bu noktanın yakalanması, yenmesi gerektiğini hatırlatır. Zira iki türlü gıda vardır. Ağızdan alınan maddi gıda ve kulaktan alınan manevi gıda Bektaşi sofrasında her iki anlam bir eylemde birleşir ve mesaj indirilir. İdrak, anlarda olur; dem yudumlarla alınır ve gıda lokma lokma yenir.

    Lokma terimi bu şekilde anlaşılırsa meşhur bir lokma, bir hırka tabiri de yeni bir anlam kazanır. her şeyle yetinip sadece bir lokma bir hırka isteyen değil, pozitif olarak anlamlı bir lokma arayan derviş önümüze çıkar. Bulduğunda onu da gizlemek için bir hırka ister. Çünkü derviş, hem iç hem dışla ilgilenir.

    Son nefes okunduktan sonra Baba, Saki Baki Gülbangi’ni okur:

    Bismişah Allah Allah

    Varlığı verdi saki

    Sakiye muhabbet değildir baki

    Saki baki aşkına Allah diyelim, Allah Allah

Ve Baba kadehindeki dem’i bir yudumda bitirir. Saki derviş de “saki baki canlar !”diye çağırır ve herkes aynı şekilde demlerini bitirir. Peymaneler kaldırılır, tatlı yenir. Sonra Baba son gülbangini okur:

    Hani merdan Nimeti Yezdan

    Bereketi Halilürrahman

    Elhamdülillah Elhamdülillah Elhamdülillah

    Elşükrülillah Elşükrülillah Elşükrülillah

    Bu gitti ganisi gele

    Hak-Muhammed-Ali Berekatini vere

    Getirip yedirenlere

    Pişirip kotaranlara

    Yiyip yiyenlere

    Aşkı şevk nuru iman ola

    Dem’in ifade ettiği bu süreci uygulamak kolay değildir. Pir Sultan Abdal’ın Uyardığı gibi:

    Güzel aşık cevrimizi

    Çekemezsin  demedim mi

    Bu bir rıza lokmasıdır

    Yiyemezsin  demedim mi

     Yemeyenler kalır naçar

     Gözlerinden kanlar saçar

     Bu bir demdir gelir geçer

     Duyamazsın demedim mi”  (25)

     Bektaşiliğin irşad yeri genellikle sofradır. Sofrada dem almak asla herkesin istediği kadar içmesi şeklinde değildir. …asker talimi gibidir. Bektaşilikte hiç dem almayana nasip verilmez. Çok dem alan çevreyi rahatsız edecek kadar nefsine hakim olmayana da nasip verilmez. Ağızdan alınanın hiç önemi yoktur. Kulaktan alınan dem önemlidir. O da sohbettir.(26)

   İslam öncesi ve sonrası Orta-Asya Türk topluluklarında “Ateş” ve “Ocak” kutsal kabul edilirdi. Yerleşik düzen sonrası da evdeki ateş yakılan ocak da kutsanmıştır. Küre de tabir edilen ateş yakılan yere niyaz edilir hale dönüşmüştür. Ocakta yanan ateş söndürülmeyerek üstü külle örtülür. Cuma akşamları ise; ocak başında Kur’an ve gülbank okunur, uğrular için ateşe üzerlik otu ve tuz atılır, ocağın davlumbaz üstünde ki çıralığa mum yakılarak sabaha dek söndürülmezdi. Yine bu akşam helva, çörek, bicik, sırın, arabaşı, kömbe, balör gibi yiyecekler hazırlanarak topluca dualar eşliğinde “ocakbaşı”nda yenir, şerbetler içilirdi.(27) “Hozat-Merzifon-Bigadiç gibi ülkemizin değişik yörelerinde Alevilerce Şubat ayının tam ortasına gelecek şekilde Hızır Orucu tutularak, sonunda kurban kesilir (tığlanır) ve cem ibadeti eda edilir.”   “ Bugüne özgü yemeklerde; Balör veya sırın yapılır, katmer veya bıcıklar ve çörekler hazırlanır. Tereyağlı, sade, haşhaşlı, peynirli veya çökelekli, kıymalı veya kuşbaşı etli, sebzeli (ıspanak, pazı, pancar yaprağı, kenger, çeşitli ot ve kökleri gibi) olarak ayrı ayrı yapılan sac üstü, bazlama veya üç kulak denilen ve yörelere göre adı ile içi değişen yiyecekler yapılır. Külçük denilen bıcıklar üstüne de elle kaz ayağı şekli yapılır. Kazayağı kutsiyet ifade ettiği için; üzerinde bu motif bulunan pideleri yiyenlere uğur getirileceğine inanılır. Bazı yerlerde ise beş parmakla el şekli yapılır ki bu da “Pençe-i Ali-Aba”yı ya da “Fatma Ana Eli”ni ifade etmektedir.

    Zengin olanlar ya da ortak olarak bir gün önceden kurban keserek, özel yemekler hazırlarlar ve tüm komşuları çağırırlar. Akşam ise “Hızır Cemi” olur ve toplu ibadet yapılır. Genel olarak son günü; Babuko, Bıcık, bulgur (düğür) pilavı yapılır. İçecek olarak da üzüm şırası ya da yazın yoğurttan yapılarak katılaştırılmış süzme yoğurdun yuvarlatılarak güneşte kurutulmuşundan ve “Kurut” denilen nesneden ayran yapılarak ikram edilir. Tatlı olarak da; buğday, saç’ta kavrularak soğutulduktan sonra Distar denilen taştan el değirmeninde un haline getirilir, sıcak suda hamur haline gelen ve “Kavut” denilen sade helva bir küçük tepsiye konarak ortası derinleştirilir, ortasına da şerbet ya da süzme bal konur, üzerine de, kuru kaymak yada yaş kaymak veya eritilmiş tuzsuz sade tereyağı dökülerek kaşıkla yenir.

   Kesilip pişirilen kurbanlar, Ceme getirilen Hak Lokmaları düzenli, eşit biçimde paylaştırılır. Pirin destur vermesi ile birlikte yemekler yenir: Lokmalar yenildikten sonra sofra duası verilerek, Dede canların evlerine gitmeler için şöyle der: “Gidenin, duranın, sırrı sır edenin, kaygısız, şüphesiz, ya Hak, ya Muhammed, ya Ali deyip yastığına baş koyanın demine devranına hü diyelim hüü!…”

Normal yemek ve tatlıların dışında poğmut denilen el değirmeninde çekilmiş kuru dut unundan ve 12 çeşit yiyecek ve bol badem ezmesi ilave edilerek hazırlanmış bir nevi helva türü, Hızır Orucu’nun son iftar yemeğinde ikram edilir.

  Türkiye ortalamasına uygun, Hızır orucuna mahsus “Pohut Tatlısı”nın içine konan malzemelerin ve yapılış usulü; en az on iki çeşit olmak kaydıyla bu malzemelerden denkleri konabilmektedir.

  Malzemeler: Yarma Buğday (gendime), iri bulgur, mısır, nohut, mercimek, kuru fasulye, arpa, bakla ayrı ayrı tavada kavrularak taştan el değirmeninde un haline gelinceye dek çekilir ve elekle elenir. Çerezlerden: Fındık, fıstık, ceviz, badem, acıbadem içleri belli oranlarda az kırılmış vaziyette un haline getirilmiş hububat harca katılır. Tatlı tür çerezlerden; kuru üzüm, incir, kuru dut, ezildikten sonra hazırlanmış ve ılık suda hamur haline getirilmiş harca katılır. Hepsi birden sade tereyağında hafif ateşte kavrulur. Bu kavurma esnasında içine azar azar yedirerek pekmezli su veya şekerli şıra ilave edilerek, helva kıvamına gelmesi sağlanır. Daha sonra bir tepsiye konarak yayvanlaştırılır. Orucun son gününden bir gün önce hazırlanan Pohut Tatlısı tepsiyle ambar veya kilere götürülerek tepsiyle buğday veya un çuvallarının ya da peteğinin üstüne konur. Eğer tepsinin üzerinde bir işaret varsa muhakkak Hızır uğramış ve elini değdirmiştir ve yıl boyu bereket ve bolluğa kavuşulacaktır. (28)

   Anadolu’nun hemen her yerinde 6 Mayıs’ta bazı yerel farklılıklarla kutlanan Hıdırellez(Hıdır-İlyas) şenliklerinde Alevilerde “kuzu eti yeme geleneği kökleşmiştir. Bir sene hiç et yüzü görmeyenler bile mutlaka kuzu keserler ve buna Hızır hakkı için derler.”(29)

   Alevi-Bektaşilerce kutsal Muharrem ayının 1 ve12. günleri arasında tutulan orucu takip eden güne “Aşure Günü” denir. O gün etli pilav ve aşure dağıtılır.   21 Martta Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada kutlanan Nevruz Alevilerce “Sultan Nevruz” olarak adlandırılır. Günün önemine atfen yapılan Cem ibadeti sonunda lokmalar, şerbetler ve süt dağıtılır. (30)

   Nevruz günü yenen yiyecekler arasında ıspanaklı börek, soğan kabuğu ile boyanmış yumurtalar, yufka, sarı burma, şeker, lokum ve leblebi sayılabilir.(31)

     23 bektaşilik ve batınilik  www.geocites

        24 www.pirsultan.net

        25   Mark Soileau-Lokma almak,Dem görmek:Bektaşi Sofrasında Sindirim. Uluslar arası Bektaşilik ve Alevilik sempozyumu  28-30 Eylül 2005 Isparta www.ilahiyat.sdu.edu.tr

        26   http://www.hardasan.com/showthread.php

       27   İsmail Onarlı-Türk İnanç Önderi:Şeyh Hasan  2001,www.alevibektasi.org

       28   Hızır orucu ve cemi, tören ve şöleni- İsmail onarlı http://f27.parsimony.net

       29  Hasan Kılavuz- http://www.koeln.alevi.com

       30  www.alevi.dk/DABF

       31  http://www.cansaati.org/topluluk/forum- Türkiye’de Nevruz

*2007 yılında yapılmış ve yayınlanmamış bir çalışma

           
kaynak: https://ekintarlasi.wordpress.com/2011/07/03/anadolu-sufi-yemek-adabi-ve-yemekleri-5/

Kaynak yukarıdaki güzel çalışmaları içeren sitedir notlarıma rahat ulaşabilemk adına bloğuma aktardım.

24 Aralık 2016 Cumartesi

Notlar 001

NİHAÎ AŞAMA-VI- (CÂZİBE)
Dr. Hakkı Açıkalın
Günümüzde (ve geçmişte de) Fizik teorileri hep aynı noktada zorlandı ve ona ihtiyaç duydu hattâ onun sath-ı mâilinden hiç mi hiç kurtulamadı. El’ân Kemâkan (yani hâlen de öyledir). Aslında, sâdece Fizik değil, herşey onunla boğuşuyor fakat bu işin Herküllüğünü Fizik ilmi yaptığı içun, onun gözüne çok daha fazla batıyor. Bu bir kâbus mu, tatlı bir rüyâ mı yoksa kaskatı gerçeklik mi? Peki ‘O’ diye bahsettiğimiz şey neyin nesi? Ve neden bu kadar mühim ve belirleyici (mi)? Onun adı ‘ÇEKİM’ eskilerin deyişiyle (ben de bunu seviyorum) ‘CÂZİBE’ ve İlmî ifâdesiyle ‘GRAVİTATİON’ (İngilizce ‘Graviteyşın’, Fransızca ‘Gravitasyon’ biçiminde okuyoruz). Tâ, en eski edebî, mitolojik ve tarihî metinlerden günümüze kadar sayısız, ünlü-ünsüz yazar çizer, san’atkâr, ilim adamı, filozof, ideolog ‘Câzibe’nin ‘çekim’ine kapılmışlar.
Bugün dahi, en son Fizik teorileri onun, tâbir-i âmiyâne ile, ‘esir’i konumundalar. Meselâ, Plasma teorisi, meselâ Unified Field(s) teorisi, meselâ Karadelik teorisi, izâfiyet teorisi vs. Hepsi, Gravitasyon’un ağzının içine bakıyor. Ηerşeye parmağını sokan Eski Yunan, Çekim’e de el atmış. Yunanca Ελξις (Elksis) veya Βαρύτης (Varîtis) kelimeleri kullanılıyor. Elksis kelimesi, eski Yunanca ‘Ελκώ’ (Elkô) ve Ελκύω (Elkîo) fiillerinden mülhem. Her ikisi de ‘çekmek-cezbetmek’ mânâsına geliyor. Daha da geri gittiğimizde tahmin erdebileceğiniz gibi ‘Ερύω’ (Erîo) fiiliyle karşılaşıyoruz. Onun da mânâsı (Yakınına çekmek, yanına çekmek, cezbetmek). Eρως (Eros) kelimesi de bu fiilden mülhem ve ‘Câzibe’ mânâsına geliyor. Bu kelimenin birinci derece akrabalarından olan başka bir kelime de Eρωτας (Erotas) yani ‘Aşk’. Erotas, Eρασος (Erasos)dan, o da Eραμαι (Erame)den yani (Sevmek)den geliyor. Hind-Avrupa dilinde, Selk veyâ Swelk (çekmek), Toharca ‘Sâlk’, Arnavutça ‘Helq’, Latince ‘Sulcus’ (oluk), Yunanca’nın Eol lehçesinde ‘Olkôs’, eski Slavca ‘Vléko’ (çekmek, cezbetmek mânâsına). Türkçe’deki ‘Helqe’ kelimesinin de, Olkôs, Vléko ve Helq kavramlarıyla alâkası var. Gravitasyon kelimesi ise, Latince ‘Ağırlık’ mânâsına gelen ‘Gravitas’ kelimesinden mülhem.
Evet, ‘CAZİBE’, ‘Aşk’ ve Oluk (Helqe). Helqe yani Kova, yani kuyudan (Sulcus da denebilir, oluktan) su ÇEKMEK! He-Lam-Kaf-Vav yani E-L-K-O etrafında şekilleniyor ‘Câzibe’. O kadar mühim bir kavram ki câzibe, hep ıskalıyoruz! Etrafında dolaşıp duruyoruz. Zannımca, İBDA Mimarı, önümüzdeki eserinde bu ‘Câzibe’ mevzuunu merkeze koyacaktır. Hiqmeti bilinmez amma, belki de tarihten günümüze ‘Câzibe’ hâdisesinin hâlâ büyük bir muamma olması, onun sahneye en son çıkacak olan baş aktör (her mânâda) olmasıyla alâkalı olabilir. Ve Hz. Mehdî (A.S) ve Ruhullah (A.S) da bu ‘Câzibe’nin merkezleri, çekim merkezleri. Câzibeyi zevken idrâk... Şair de diyor ya, ‘Aşkin aldı benden beni...’. O Aşk- O Câzibe kimi, kendinden alıp götürmez ki, hangi yılanlı-yılansız kuyulara düşürmez ki ve hangi kovalarla çekilmez ki, vakt eriştiğinde... Vaktin erişmekte olduğunu, herşeyin ve herkesin yavaş yavaş kıpırdanmakta olmasından, Hâdisat’ın ve Tabiat’ın altüstoluşlarından fakat daha önemlisi şahsımdaki gayr-ı ihtiyârî olan değişikliklerden çıkarabiliyorum. Küçük de olsa bazı işâretler benim gibi bir köpek taslağına bile dokunup geçiyor, ikâz edildiğimi farkedebiliyorum. Varın siz tasavvur edin, üstün insanlara, yüce şahsiyetlere, ÜST DİL-ÜST MÂNA-ÜST SUUR seviyelerinde taht kurmuş zevâta kimbilir nasıl aksediyordur bu durum ve dahi ne büyük bir keyftir o... Kimbilir cennet lisânı olan hakikî Süryânîce bilen Mastorlar benim bu yazılarıma bakıp, daha 40 fırın ekmek yemeniz lâzım deyip, tebessüm ediyorlardır. Derler ya, kimi Melâike’nin (Hazret-i İlliyun, Alun Melekleri veyâ Tahtiyyun-Taht Melekleri gibi) sahası ve dolayısıyla da varlığı öylesine kapsamlıdır ki, onlar insan dahil birçok mevcudatın varlığından haberdâr değildirler. Teşbihte hata olmaz, bunlar ‘Mazruf’u örten ‘Zarf’ hüqmündedir kuşkusuz ve ‘La ya’lemun gaibi illallah’ hüqmü de ortadadır.
Εκσταση (Ekstasi) kelimesi Yunanca ‘Cezbe’ mânâsına. Dünya dillerine de ‘narkotik’ bir muhtevâ ile girdi. Modern insanın cezbeye müdhiş ihtiyacı var fakat menbaını bilmediğinden ancak ‘Ekstasi’ ile ‘cezbe’ye varabiliyor yani yapay ve geçici bir metodla. O nedenle, büyük câzibeleri ıskalıyor, imgelerden öteye geçemiyor.
Fizik dünyasında en son çıkan (32. baskısı) ve Gravitasyon mevzuunda en şumûllü eserlerden biri, Charles W: Missner, Kip S. Thorne ve John Archibald Wheeler’ın kaleme aldıkları 1279 sahifelik ‘GRAVİTATİON’ isimli 2002, New York baskısı bir eser. Masamda duruyor, arasıra başvuruyorum. Siyah kapaklı ve ön kapağının üzerinde bir elmayla bir büyüteç-ayna eskizi var ve elma Riemann uzayını temsil ediyor. Eser, Fizik ilminde kariyer seviyesinde olanlara hitâb eden ‘Grand Science’ tâbir ettiğimiz nev’îden büyük ilm muhitleri içun ehemmiyetli bir referans. Bahs ve kısımları arasında, Uzay-zaman fiziği, Düz uzay-zaman’da fizik, EM Alan, EMizm ve Difransiyel formlar, Stress-Enerji tensoru ve Korunum yasaları, Stress-Enerji tensor simetrisi, İvmelenmiş gözlemciler, Fermi-Walker tetradı, eğilmiş uzay-zaman matematiği, eğilmiş uzay-zaman lisânında Newton çekimi, Riemann geometrisi vs...
Câzibe (Çekim-Gravitasyon) Kâinat’ı eğer (büker) ve birarada tutar. Yani sokakta yürüyebilmemizi, uzaya savrulup gitmemizi, hücrelerimize kadar darmadağın olmamızı engelleyen kuvvet işte bu gravitasyon. İşte hem çok bilinen hem de sırrı tam olarak çözülemeyen gravitasyon, daima aşağıya ve kütle merkezine doğru cezbeder mevcudatı. Bir diğer hususiyeti de, sâdece ‘Dalgacık-Wave’ karakterinde olmasıdır. Çekimin tanecik özelliği tesbit edilebilmiş değildir. Deme ki, gravitasyonun ‘Kütlesi-Mass’ yoktur ve bu nedenle de algılanamaz. ‘Αίθηρ-Ethir-Ether-Esir’ gibi davranır.
Gravitasyon hadd-i zâtında zaif bir kuvvettir, meselâ atomun içinde hiç hissedilmez ancak, bu atomlar akümüle olunca (kümeleşip birikince, toplaşınca), dev yıldızları ve galaksileri meydana getirince, gravitasyon müdhiş bir kuvvet olarak kendini gösterir. Kütle (Mass) arttıkça ve en son tahlilde, Gravitasyon’un Kâinat’ı çökerterek (collapse) Kıyâmet’i örgütlemesi beklenir. Çöken (collapse) bir Kâinat’ın bir Kozmik Karadelik’e odaklanması beklenir. O Karadelik’ten yutulacaktır zira. Bu Kozmik Karadelik’in (Kıyâmet Karadeliği) kritik yarıçapı haricinde kalan Gravitasyon dalgaları (yutulmaktan kurtulan dalgalar-escaped gravitational waves) Kâinat’ın haricine, Yarıçap dâhilinde kalan Gravitasyon dalgaları ise (captured Gravitational waves) ‘Diğer Kâinat’a (Alternative Universe) geçerler.Bu ikisinin toplamına (Kaçıp kurtulan dalgalar+Tutsak olan dalgalar) Schwarzschild Işıması (Schwarzscild Radiation) adı verilir. Bu Işıma’nın kemmiyeti ise Kâinat’ın Madde-Enerji kütlesine (Matter-Energy Mass) eşittir. Yani, bir Kâinat mesâbesindedir.
Tabiatın diğer 3 kuvveti hem çekim hem de itim fonksiyonu görürken, Gravitasyon sâdece çekim fonksiyonu görür. Bu nedenle, birbirlerinin etkilerini, ya katlarlar veya sıfırlayıp yok ederler. Gravitasyon ise, kütlesi olmadığından dolayı algılanamaz. Yine dolayısıyla, Gravitasyon diğer 3 kuvveti yıldızlar seviyesinde alteder ve yıldızı çökertip (collapse) yokoluşuna sebeb olur. Böylrlikle, Beyaz cüceler, Pulsarlar ve Karadelikler meydana gelirler. Karadelikler, Gravitasyon’un tek hâkim otorite olduğu ve direkt bir câzibe kaynağıdır. Karadelikler, âdeta, ‘parçacığı olmayan’ Gravitasyon’un ‘parçacık’ görevini yaparlar ve bu bir ‘Complement Fixation-Tümleç Sâbitleme’una benzer.
Schwarzschild Işıması’na eşdeğer bir Gravitasyon enerjisi Entropi özelliği göstermediği için, Gravitasyon’un yalnızca Karadelik yüzeyinde olduğunu belirten ‘Karadelik İndirgenemez Yüzey Çekim Enerjisi’ olduğu netleşmekte ve Karadelikler’in, sâdece bu indirgenemez yüzey enerjisinden oluşan ‘Karaboşluklar’ olduğu görülmektedir. Entropisi olmayan bu Gravitasyon alanı manyetik etkiyle birleşerek, ses, ışık, ısı, uzay-zaman, yıldız vs. ne bulursa soğurup emmekte ve ardındaki tünelden (berzahtan) başka planlardaki Kâinatlar’a fırlatmaktadır.
Karadelikler, Gravitasyonel dalgaların (gravitational waves) şiddetini azaltırlar fakat bu dalgaları tamâmen yutamazlar. Eğer Karadelikler gözlenebilirse, Yaradılış’da zuhur eden ‘Schwarzschild Işıması’ ölçülebilir ve bu Gravitasyon’dan arta kalan Işıma, Kâinat’taki ‘Saklı’ kütleyi (eşdeyişle Gölge Madde’yi-Shadow Mass) tesbit etmemizi sağlayacaktır.
Gravitasyon’un tuhaflıkları vardır; meselâ, tabiî atom ünitelerinde, mikro ölçekli kütlelerin çekim sâbiti r: 5,902x10-39 yarıçapında çekim faaliyeti yeni bir buuda tâbî olur. Planck Sâbiti’nin altında, başka bir faaliyet tarzı 10-36 cm. olarak tesbit edilmiş ‘nihaî sıkışma’ sahasında, çekim ortadan kalkmaktadır. Aksi hâlde sonsuz bir sıkışma meydana gelecek ve en son tahlilde Kâinat o mesâfeye kadar büzüşecek ve bir daha genişleme fırsatı bulamayacaktı.
Laplace şöyle der:
"Dünyayla aynı dansiteye (özgül ağırlığa) sahib ve çapı Güneş’ten 250 defa geniş olan parlak bir yıldız, çekiminin neticesi olarak, ışınlarının bize ulaşmasına izin veremeyecektir; böylelikle, kâinattaki en geniş parlak vücudların (cisimler, varlıklar), bu sebeble görünmez olabilmeleri mümkündür” (1798).
Yukarıda zikrettiğim eserin 872-75 sahifelerinde (33. Başlık-Karadelikler) bir diyalog var. Bu diyaloga özetle bir göz atalım:
Sagredus-Karadelikler hakkındaki bütün bu konuşma neyin nesidir? Bir dış gözlemci bir yıldız çöküşünü gözlediğinde, onu, relativistik evreye kadar ulaşana kadar zımnen daima yükselen bir hızda görür. Bilâhare, yavaşlar görünür ve ufkunun tam dışında ‘donar’ (Çekimsel Nısf-Kutr: Gravitational Radius). Mamafih, gözlemci ne kadar beklese de, yıldızın daha ileriki davranışını asla göremez. Görüntüden hiç çıkmayan (ortadan kaybolmayan) böyle donuk bir nesneye hangi mantıkla ‘karadelik’ ismi verilebilir?
Salvatius-‘Karadelik’ ismini ayrı tutalım. Evvelâ ‘siyahlık’ı kabul edelim. Kesinlikle, hiçbir şey bir karadelik’ten daha ‘kara’ olamaz. Çöken yıldızın donduğunu belirten çok kızıl taşınım, aynı zamanda, onu koyultabilir de (karartadabilir) ve ‘kara’ da kılar. Birinin, fotonların ketumiyyetini ıskaladığı bir yerde, devamlılık (taqribinde) yaklaşmasında, uzak mesâfeli gözlemcilerin aldığı ışınımın (radiation) şiddeti, zaman içinde cebirsel ifâde olarak azalır. Fotonların ketumiyyeti onları daha da siyah kılar. Yıldızın, kendi ufkuyla çakışmasından evvel yayılan foton sayısı sonludur. Böylece, cebirsel ifâdeyle çürüme (bozunma) süregider. Yıldız loşlaşmaya (donmaya) başladıktan sâdece 10-3 (M/M⊙) sâniye sonra, neticede, uzak mesâfedeki gözlemciye daima ulaşacak olan son fotondur. Ondan sonra hiçbirşey ortaya çıkmaz. Yıldız, yalnızca ‘temel olarak siyah’ değil ‘mutlak ve kesinkes siyahtır’”.

Evet, Âlem müdhiş bir câzibe temelinde varlığını idâme ettiriyor; felekler, güneşler, parçacıklar, dalgacıklar, ruh ve madde, hücreler, atomaltı varlıklar özcesi herşey ‘CÂZİBE’ye tâbî...

Dipnot:Daha detaylı okuma için Haluk NURBAKİ hocanın Evrendeki Mucize kitabı tavsiyemdir.
Beşinci Boyut
Boyut kavramı mekânların iskeletini gösteren ve onu sembolize eden bir tariftir. Anlaşılması oldukça güç olan boyut konusunu, basitten zora doğru götürmek gerekir. Boyutun yaşadığımız dünyada, hatta seyrettiğimiz sema'da en basit öncüsü, mesafelerdir. Özellikle maddî varlıklar kimlik kazanmak ve birbirinden farkedilmek için, geometrik bir şekle ve bir mekânâ sahip olmak zorundadır. Bunun için de, diğer şekiller ve varlıklar arasında mutlaka bir mesafe bulunmalıdır. Eğer iki varlık, bütün geometrik şekilleri ile aynı mekânda birbiri üzerine çakışmışsa, ayrı ayrı iki varlıktan bahsetmek mümkün değildir. Demek ki varolabilmenin bir gereği, belli mesafelerde mekân tutmaktır. Dünyamız dönerek Jiroskobik hareketi yapmasa, güneşin cazibesine kapılıp süratle ona yanaşsa ve sonunda ona düşüp yok olsa, dünyadan bir daha bahis edemeyiz. Yani dünyamız, varlığını sürdürmek için önce güneşle arasındaki mesafeyi korumak zorundadır. Ve dönme çabası da bu yüzdendir.

Varlıkların mekânlarda yer tutmalarını sağlayan bu mesafeler, madde âleminde genelde üç istikamettedir. Bunları biz boy, en ve derinlik gibi tâbirlerle anlarız. Böylece boyutun ilk anahtarlarını da dile getirmiş oluruz. Nitekim boy birinci, en ikinci, derinlik ise üçüncü boyuttur. Madde dünyasındaki bir varlık, bu üç boyuttaki sayılarla olan ilgisiyle kimlik kazanır. Meselâ, bir odada bulunan bir saatin yeri, boy ve en olarak iki duvara uzaklığı ve derinlik olarak da tavana uzaklığı ile tanımlanabilir. Böylece o varlığın mekânı, bu üç boyut üzerindeki matematik sayılar ile, daha ilmî tabiriyle koordinatları ile vardır. Ama madde dünyasındaki varlıkların çoğu hareket halindedir. Bunların mekânla ilgisini tanımak için bir başka boyuta ihtiyacımız vardır ki, bu dördüncü boyut zamandır. Demek ki mesafe kavramı ile başlayan boyut olayı, daha geniş kanatlarda takviyeye muhtaçtır. Einstein'dan beri fizik, artık dördüncü boyut olarak zamanın varlığını mesafeler kadar net olarak anlatmaktadır. Madde dünyasında bu dört boyut, yani boy, en, derinlik ve zaman, hemen hemen bütün varlıkların arasındaki ilgileri sürdürür ve biz bu sayede, dünya hayatımızın belki de tamamında sayısız münasebetler kurarız. Bir yerden bir yere gitmemiz ve hayatın normal hareketleri, hep bu dört boyutun içiçe değişkenliği ile yürür gider. Hâl böyle iken, fizik ve astrofiziğin vardığı noktada bu dört boyutun yetmediğini, kâinattaki olayların ve bizim kâinata yaklaşımımızın boşluklar gösterdiğini farkederiz. Meselâ bu dört boyut hareketiyle güneş sisteminin dışarısına çıkmak istesek; ne zaman, ne de enerji gücümüz buna fırsat vermez. Hele içinde bulunduğumuz galaksimizin bir ucundan bir ucuna bu dört hareketin yardımıyla yapacağımız bir gezi için, trilyonlarca yıla ihtiyaç vardır.

Aynı şekilde atom çekirdeğindeki interaksiyon enerjisinin müthiş gücü veya uzaydaki kara deliklerden kuasarlara kadar olan akılalmaz gravidasyon (cazibe) olayları, tanıdığımız bu dört boyutun çok ötesinde bir takım boyutların varlığına işarettir, ve bizi bunların bilinmesine zorlamaktadır. Einstein zaman boyutunu ortaya koyduğunda, zamandan da ötede 5. 6. 7. boyutların bulunduğunu, ancak bunları o günkü bilgilerimizle kavramanın imkânsız olduğunu dile getirmişti. Hatta ünlü denkleminde boyutlar için (n) sayısını vererek bilinmeyen sayıda boyut matematiğine pencere açmıştı. Einstein'dan bugüne astrofizikte ve fizikte gelişen olaylar, 5. boyutu da bulmamızı mecburî hâle getirmiştir. Ancak bu konuda ciddî bir teşebbüs yapılmamıştır. Beşinci boyutu araştırmak ve tanımak için çıkış yolumuz ne olmalıdır? Nasıl ki üçüncü boyut bitip de (ilmî olarak) hızlı hareket sistemlerini etüd edebilmek için 4. boyut olan zamana sığınmışsak; şimdi de 4. boyutun bitip, fiziği zorladığı noktadan başlayarak 5. boyutun izlerini bulmaya çalışmalıyız. Fiziği zorlayan olay, çok eski yıllardan beri bilinen gravidasyondur. Maddî varlıklara arasındaki çekim tarzı gibi görünen ve her maddenin özünde mevcut bulunan bu sır, geçmiş yıllarda kaba hatlarıyla çekim yani câzibe olarak tanımlanmış ve yıldızlar arasında da özelliğini pek belli etmeyecek bir çekimin tanımını temsil etmiştir. Halbuki yeniçağ, elektromanyetik enerji ve nükleer fizikteki interaksiyon enerjileri eskilerin cazibe dediği bu gravidasyon enerjisinin milyonlarca kat gücü yeni örneklerini temsil etmektedir. Hele kara deliklerin keşfinden sonra gravidasyon şokunun öğrenilmesi, kâinattaki en büyük sırlardan birinin kapısını aralayıvermiştir.

Acaba özellikle kara deliklerde ve nükleer interaksiyon tesirinde görülen bu korkunç enerjinin ve dolayısıyla gravidasyonun özündeki sır nedir?

Bugün için bütün fizikçilerin merak konusu, işte bu gravidasyon olayıdır. Maddenin temel yapısındaki parite (zıt eş) olayı, bu sırrı çözmekte ilk anahtardır. Daha evvel bir başka yazımda sizlere parite'yi geniş olarak anlatmıştım. Özetlersek, kâinatta meydana gelen bir parçacık ya da kuant, tek başına değil ancak zıt eşi ile meydana gelebilir. Bunu daha kolay anlamak için şöyle tanımlayabiliriz: Mekândaki bir hareket, kâinatın boyutlar sisteminde bir tarz reaksiyona sebep olur. Bu reaksiyon, ortaya çıkan kuantın zıt bir benzerini meydana getirir. Tek başına bir kuantın oluşmama sebebi, kâinatın boyutlar sistemindeki kusursuz dengesidir. Nitekim yüce kitabımızın "YÂSİN" Sûresinin 36. âyetinde, bu hikmet, mucizevî bir şekilde bildirilmiş ve inanan inanmayan bütün ilim adamlarını hayretten secdelere kapanmasına yol açmıştır:

"O Allah ki herşeyden münezzeh ve tektir. Yarattıklarını zıt eşler şeklinde yaratmıştır. Arz'ın çıkardıkları, kendi nefisleriniz ve daha nice bilmedikleriniz, böyle zıt eşlerdir."

Kâinattaki bu boyut âhengi ve özellikle varlıkların zıt eşler halinde yaratılma sırrı, beşinci boyutun tanımını yavaş yavaş sahneye getirmektedir. Çünkü zıt eşlerin özelliğinde manyetik zıtlık vardır. O halde bir başka boyut, bir kuant yaratılırken kendi dengesini korumak için zıt bir kuantı harekete geçirmektedir. Bu noktadan hareket ederek beşinci boyutun şiddetli bir manyetik hareket boyutu olduğunu varsaymak gerekir.

Nitekim "ŞÛRÂ" Sûresinin 5. âyeti:

"Neredeyse gökler tepelerinden çatlayacaklar" diye bu manyetik hareket boyutunu tanımlamaktadır. Aynı konuyu bir başka perdeden açıklayan "ENBİYA" Sûresinin 30. âyeti: "O inkâr edenler, semaların ve arzın RATK iken (tek bir halde ve yekpare bir sistem iken) bizim onları FATK ettiğimizi ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yinede inanmazlar mı?" emri ile yine manyetik hareket boyutunun bir gerilim sistemi olduğunu bildirmektedir.

Peki biz bu manyetik hareket boyutunu tanıyarak, fizikte bilinmeyen hangi konuları kavrayabiliriz? Bu manyetik hareket boyutu, kâinattaki sistemlere acaba nasıl bir âhenk vermektedir? Bu konulara getireceğimiz açıklık, bir yerde 5. boyut olan manyetik hareket boyutunun doğruluğunu da ispatlayacaktır.

a) GRAVİTASYON DEDİĞİMİZ İNANILMAZ CAZİBE GÜCÜ:

Varlıkların mekâna yerleştiği sırada 5. boyuta karşı koydukları bir tavırdır. Manyetik hareket boyutunun denge varlığı ve müthiş gücü, bir cismin varolabilmek için buna karşı bir hareketle donatılması gereğini mecburî kılmaktadır. İşte maddenin özünde var olan gravidasyon, manyetik harekete karşı koyma gücüdür. Atom çekirdeğindeki şiddetli interaksiyon göstermektedir ki, varlıklar ne kadar küçülürse, gravidasyon güçleri o kadar şiddetli olmalıdır. Ancak kuvant fiziğinde bilinen peyk dalga hareketleri (spin), yine gravidasyon zorunluğu duymadan manyetik harekete karşı parite ile korunmadır.

Gravidasyonun manyetik hareket boyutuna yenilmesi olayını ise, kara deliklerde daha net görüyoruz.

b) KARA DELİKLERDEKİ GRAVİTASYON ŞOKU:

Eskimiş yıldızların üst üste yığılan parçacıkları, sonunda nötrona dönüşerek korkunç bir gravidasyon yığınağı yapmaktadır. Bu yığınak 5. boyutu âdeta zorlamakta ve bir başka dönüşüme geçmek istemektedir. Bu noktada manyetik hareket boyutu âdeta bir delik açmakta ve bütün gravidasyon enerjisini mekânın bir başka noktasına doğru salıvermektedir. Manyetik hareket boyutundaki bu pencere, nötron yıldızına nazaran daha güçsüz olan çevredeki bütün maddî varlıkların gravitasyonlarını sıfırlayarak bir şok anaforu meydana getirmektedir. Diğer boyutların bütün tesirlerini kaybetmeleri sebebiyle bu noktada zaman ve mesafeler yok olmakta ve o noktaya yaklaşan normal yıldızlar, bir anlamda zaman ve mesafe tüneline girerek kâinatın sonsuzluklarına yansımaktadır. Bu olay, manyetik hareket boyutunun ne kadar şiddetli bir değişim gücü olduğunu bize göstermektedir. Eğer galaksilerin trilyon kere trilyon kilometre uzaklıktaki mesafelerinde bir mekân yaklaşımı sağlanacaksa, ancak manyetik boyut kanalından geçmek gerekmektedir. Manyetik boyutun, mesafeleri bir anda ortadan kaldıran ve sıfırlaştıran büyük gücü, kâinatın akıllara durgunluk veren uzaklıklarında tasavvur ötesi bir yakınlık âhengi sergilemektedir. Yanî 1. 2. 3. ve 4. boyutlarda var olan bir insanın 5. boyuta yansıyabildiği takdirde bütün kâinatı kucaklayacakmış gibi bir yakınlığa düşmesi, İlâhî hilkâtin muhteşem bir gösterisidir. Allah sonsuz güzelliklerini ve akıl almaz ilminin cilvelerini sergilemek için, kâinatta sonsuz mesafeler ve kusursuz galaksi nakışları sergilemiştir. Dört boyutlu bir sistemden, meselâ dünyamızdan kâinatı seyrederken, mesafelerdeki ve hareketlerdeki akıl almaz hikmetleri görürüz. Fakat beşinci boyuttaki kâinata ulaştığımız zaman, uçsuz bucaksız kâinatın bütün noktalarını âdeta yakından kucaklıyor gibi oluruz. Allah'ın hilkât kudreti, beşinci boyutu halk ederek bu inanılmaz dekoru bir anda gönüllerin avucuna sunuvermektedir.

c) ZAMAN VE 5. BOYUT:

Yaratılış nizamında, varlıklarla boyutlar arasında değişmez bir âhenk vardır. Bir varlığın üç boyutlu sisteme uyması halinde, yani dünyamızda olduğu gibi maddî bir şekil gösterdiği takdirde, mutlaka 4. boyutun yani zamanın tesirine girer. Bu tesir, maddî varlığın değişkenliğini zorunlu hâle getirir. Önce bir hareket sistemi oluşur, varlıklar yer değiştirir. Bu değişim, kaba hatlarıyla bir yerden bir yere gidiş gibi gözlendiği gibi mikro dünyalarda moleküller arasındaki alış-verişler şeklinde de zuhur edebilir. Böylece yeni oluşlar, eskimeler ve değişimler ortaya çıkabilir. Biz bunları bazen ölüm diye yorumlarız. Gerçekte ise olay, maddî sistemin zaman boyutu ile birlikte yürüttüğü bir değişimdir. Daha önemlisi, 5. boyutu ve ondan sonraki boyutları iyi kavramadığımız için, kâinattaki bütün sırları bu basit pencereden seyretmek isteriz. Halbuki maddenin özündeki gravitasyon sırrı 5. boyutun tasarrufuna girince, zaman tesiri fonksiyonunun kaybeder ya da çok sınırlı çizgide kalır. 5. boyuttaki bir varlığın mekânı üç boyutun mesafelerinde hapsolmadığı için eskimeler, yıpranmalar ve dönüşümler artık söz konusu değildir. Hem buradaki olayların zamana bağlı diye bildiğimiz süratleri çok artmıştır ve âdeta anlık intikaller (bir anda ulaşma) şeklindedir, hem de açık bir ölümsüzlük vardır. 5. boyuttaki bu hikmetleri, kâinatın nazlısı Efendimiz (S.A.V.) mirâcında net bir şekilde yaşamıştır. Efendimiz (S.A.V.) dünya mekânında ilk intikâli Kudüs'e yaparken, zamana bağlı olarak bir kaç saniye harcadığı halde, 5. boyuta geçince hem zamanın gerisini hem de ilerisini bir anda seyretmiş ve anlatılması asırlar sürecek intikalleri, yatağı soğumadan yaşamıştır. 5. boyuttan ötesindeki boyutların niteliklerini ise, bugünkü fizik nosyonumuzla hiç farkedemeyiz. 6. ve 7. boyutlarda varlıklarını sürdüren meleklerin sonsuza yakın titreşim süratleri, bu boyutların özelliğinden gelmektedir. Bundan dolayıdır ki yüce kitabımız KURAN, bunların görünmezliğini ve bilinmezliğini net olarak bildirmiş, ayrıca zaman boyutu açısından yaklaşımlarda dünya mekânına bile sığması zor büyüklükleri yanında, zamanla ilgilerini akıl almaz süratlerle ifade etmiştir.

"Mearic" Sûresi âyet 4'de "Melekler ve ruh, oraya uzunluğu 50.000 yıl olan bir günde yükselip çıkarlar" buyurulmaktadır.

İşte zamanla 5. boyut arasındaki bu âhenk, kâinatın çeşitli katlarında zamanın akış süratinde kaçınılmaz bir değişkenlik hâsıl eder. Astrofizikte müşahede edilmiştir ki, belli bir ışın; kâinatın çok uzak nokta(arı arasında seyrederken, âdeta zamanı tüketmiş gibi görünmektedir. Meselâ; Güneş'ten yola çıkan bir muon'un fırtına gibi hızına rağmen yarı ömrü o kadar kısadır ki, arza ulaşmadan yolda değişime uğraması gerekir. Halbuki Güneş'ten hatta daha uzak yıldızlardan bile dünyaya nuon gelebilmektedir ki, bu ışınların yarı ömrü değişmez bir nitelik taşıdığına göre, arza kadar gelebilmeli, zaman akışının uzayın muhtelif bölgelerinde değişim içinde olduğunu göstermektedir.

Bu gerçek, uzayın ve kâinatın her noktasında 5. boyut tesirinin farklılığından doğmaktadır. Manyetik tesirinin boyutu, elipsoid bir yapıya sahip olan kâinat katlarında ayrı kuvvet hatları oluşturduğundan, zaman buralarda zaafa uğramakta, yavaşlamakta ya da bazı bölgelerde hızlı akmaktadır. Manyetik tesir boyutunun şiddetindeki farklar da, gravitasyon dediğimiz maddenin ona direnme gücünü değiştirmektedir. Bunların ötesinde sitemlerin tamamı da, kendi gravitasyon bütünlükleri ile kâinattan farklı mekân locaları oluşturmaktadır. Bir güneş sistemi, hem tek tek fertleri ile hem de bütünü ile manyetik hareket boyutuna tavır koymak zorundadır. Galaksiler de kendi bütünlükleri içerisinde bu tarz özel bir gravitasyon tavrı arz eder. Böylece kâinatın farkedilmez ekseni etrafında bütün galaksi grupları ayrı tarzlarda dönüp dururlar. 5. boyutun bu manyetik hareke gücü öylesine net bir boyuttur ki, galaksi topluluklarının helezon şeklindeki yapıları ve virgül şeklindeki düzenleri, bu hareketin âdeta sonsuz uzaydaki âhenk nakışlarıdır.

Bing bang teorisi ile ortaya çıkan astrofizik tartışmalarının uzama sebebi, manyetik hareket boyutunu farkedememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü 4 boyutlu sistem içerisinde büyük enerji dağılımlarının yerleşimlerini izah etmek imkânsızdır. Kâinattaki bu sonsuz gücün bir noktadan patladığı ve dağılan parçacıkları nasıl şekillendirip uzay mekânına yerleştirdiği, ancak manyetik hareket boyutuyla izah edilebilir.

Paul Davies'in mutlak vakumda yeni kuantların doğduğunu tespit etmesi, manyetik hareket boyutunun mesafe ve mekânları aşan sırrı ile açıklanmaktadır.

Gerek semaların ve uzayın sınırsız mekânlarında, gerekse varlıkların en küçüğü sayılabilecek atom ordugâhlarındaki faaliyetlerde 5. boyut hükmünü icra etmektedir. Hilbert'in maddî varlıkların sığınamayacağı kadar sığınamayacağı kadar küçük, fakat var olan mesafeleri dahi 5. boyutun istilâsından ötede kalamaz.

5. boyut aynı zamanda varlıkların değişmezlik kazandığı bir geçiş noktasıdır. 4 boyutlu sistemde değişkenliğe ve ölüme mahkûm olan olaylar 5. boyuta yansırken yeni bir hüviyetle sonsuzluğa ilk adımını atmış olur. Ne var ki, varlıkların bu noktaya intikâli, karadelikler misâlinde olduğu gibi, gravitasyonlarını terk etmekle mümkündür. İnsanın bütün varlıklardan farklı bir özelliği, bu intikali sağlayacak kabiliyette yaratılmış olmasıdır. İnsanlar ruhî yanları ile her an 5. boyuta yansıma kabiliyetine sahipken maddi yanları ile 4 boyutlu sistemin şartlarına tâbi olurlar. Bir anlamda "gizli gravitasyon" sayılabilecek olan nefislerini yenemedikleri için, bu muhteşem kabiliyetlerini kullanamazlar. Ehil olmayanlarca anlaşılamayan yüce insanın bu sırrı, pek çok örnekleri ile yaşanmıştır.

Yüce Peygamberimizin "yaşarken ölünüz" emri, bu söylediklerimizin özünü teşkil etmektedir. İnsanda mevcut olan muhteşem ruh varlığı, nefsin dünya çıkarları tuzağında hapsedilmezse, o insan 5. boyutu da yaşayabilir. Zaten insanın ölümü, bir anlamda 5. boyuta ve daha ötesindeki boyutlara intikâl olayıdır.

İnsan inansa da inanmasa da, yaradılışın bu akıl almaz sistemlerine tâbidir. 5. boyutun çağımızda öylesine zıt bir görüntüye bürünmesi, Allah'ın kâinatı tanımamız için bize açtığı yeni bir penceredir.

Bir hadîs-i kudsî'de Cenâb-ı Hak: "Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi diledim, onun için varlıkları yarattım" buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî, Allah'ın ilmi bize neden öğrettiğinin sebebini de açıklamaktadır. Onun için Allah ölümden sonra daha nice boyutları bize seyrettirecektir.

Beşinci Boyut
Boyut kavramı mekânların iskeletini gösteren ve onu sembolize eden bir tariftir. Anlaşılması oldukça güç olan boyut konusunu, basitten zora doğru götürmek gerekir. Boyutun yaşadığımız dünyada, hatta seyrettiğimiz sema'da en basit öncüsü, mesafelerdir. Özellikle maddî varlıklar kimlik kazanmak ve birbirinden farkedilmek için, geometrik bir şekle ve bir mekânâ sahip olmak zorundadır. Bunun için de, diğer şekiller ve varlıklar arasında mutlaka bir mesafe bulunmalıdır. Eğer iki varlık, bütün geometrik şekilleri ile aynı mekânda birbiri üzerine çakışmışsa, ayrı ayrı iki varlıktan bahsetmek mümkün değildir. Demek ki varolabilmenin bir gereği, belli mesafelerde mekân tutmaktır. Dünyamız dönerek Jiroskobik hareketi yapmasa, güneşin cazibesine kapılıp süratle ona yanaşsa ve sonunda ona düşüp yok olsa, dünyadan bir daha bahis edemeyiz. Yani dünyamız, varlığını sürdürmek için önce güneşle arasındaki mesafeyi korumak zorundadır. Ve dönme çabası da bu yüzdendir.

Varlıkların mekânlarda yer tutmalarını sağlayan bu mesafeler, madde âleminde genelde üç istikamettedir. Bunları biz boy, en ve derinlik gibi tâbirlerle anlarız. Böylece boyutun ilk anahtarlarını da dile getirmiş oluruz. Nitekim boy birinci, en ikinci, derinlik ise üçüncü boyuttur. Madde dünyasındaki bir varlık, bu üç boyuttaki sayılarla olan ilgisiyle kimlik kazanır. Meselâ, bir odada bulunan bir saatin yeri, boy ve en olarak iki duvara uzaklığı ve derinlik olarak da tavana uzaklığı ile tanımlanabilir. Böylece o varlığın mekânı, bu üç boyut üzerindeki matematik sayılar ile, daha ilmî tabiriyle koordinatları ile vardır. Ama madde dünyasındaki varlıkların çoğu hareket halindedir. Bunların mekânla ilgisini tanımak için bir başka boyuta ihtiyacımız vardır ki, bu dördüncü boyut zamandır. Demek ki mesafe kavramı ile başlayan boyut olayı, daha geniş kanatlarda takviyeye muhtaçtır. Einstein'dan beri fizik, artık dördüncü boyut olarak zamanın varlığını mesafeler kadar net olarak anlatmaktadır. Madde dünyasında bu dört boyut, yani boy, en, derinlik ve zaman, hemen hemen bütün varlıkların arasındaki ilgileri sürdürür ve biz bu sayede, dünya hayatımızın belki de tamamında sayısız münasebetler kurarız. Bir yerden bir yere gitmemiz ve hayatın normal hareketleri, hep bu dört boyutun içiçe değişkenliği ile yürür gider. Hâl böyle iken, fizik ve astrofiziğin vardığı noktada bu dört boyutun yetmediğini, kâinattaki olayların ve bizim kâinata yaklaşımımızın boşluklar gösterdiğini farkederiz. Meselâ bu dört boyut hareketiyle güneş sisteminin dışarısına çıkmak istesek; ne zaman, ne de enerji gücümüz buna fırsat vermez. Hele içinde bulunduğumuz galaksimizin bir ucundan bir ucuna bu dört hareketin yardımıyla yapacağımız bir gezi için, trilyonlarca yıla ihtiyaç vardır.

Aynı şekilde atom çekirdeğindeki interaksiyon enerjisinin müthiş gücü veya uzaydaki kara deliklerden kuasarlara kadar olan akılalmaz gravidasyon (cazibe) olayları, tanıdığımız bu dört boyutun çok ötesinde bir takım boyutların varlığına işarettir, ve bizi bunların bilinmesine zorlamaktadır. Einstein zaman boyutunu ortaya koyduğunda, zamandan da ötede 5. 6. 7. boyutların bulunduğunu, ancak bunları o günkü bilgilerimizle kavramanın imkânsız olduğunu dile getirmişti. Hatta ünlü denkleminde boyutlar için (n) sayısını vererek bilinmeyen sayıda boyut matematiğine pencere açmıştı. Einstein'dan bugüne astrofizikte ve fizikte gelişen olaylar, 5. boyutu da bulmamızı mecburî hâle getirmiştir. Ancak bu konuda ciddî bir teşebbüs yapılmamıştır. Beşinci boyutu araştırmak ve tanımak için çıkış yolumuz ne olmalıdır? Nasıl ki üçüncü boyut bitip de (ilmî olarak) hızlı hareket sistemlerini etüd edebilmek için 4. boyut olan zamana sığınmışsak; şimdi de 4. boyutun bitip, fiziği zorladığı noktadan başlayarak 5. boyutun izlerini bulmaya çalışmalıyız. Fiziği zorlayan olay, çok eski yıllardan beri bilinen gravidasyondur. Maddî varlıklara arasındaki çekim tarzı gibi görünen ve her maddenin özünde mevcut bulunan bu sır, geçmiş yıllarda kaba hatlarıyla çekim yani câzibe olarak tanımlanmış ve yıldızlar arasında da özelliğini pek belli etmeyecek bir çekimin tanımını temsil etmiştir. Halbuki yeniçağ, elektromanyetik enerji ve nükleer fizikteki interaksiyon enerjileri eskilerin cazibe dediği bu gravidasyon enerjisinin milyonlarca kat gücü yeni örneklerini temsil etmektedir. Hele kara deliklerin keşfinden sonra gravidasyon şokunun öğrenilmesi, kâinattaki en büyük sırlardan birinin kapısını aralayıvermiştir.

Acaba özellikle kara deliklerde ve nükleer interaksiyon tesirinde görülen bu korkunç enerjinin ve dolayısıyla gravidasyonun özündeki sır nedir?

Bugün için bütün fizikçilerin merak konusu, işte bu gravidasyon olayıdır. Maddenin temel yapısındaki parite (zıt eş) olayı, bu sırrı çözmekte ilk anahtardır. Daha evvel bir başka yazımda sizlere parite'yi geniş olarak anlatmıştım. Özetlersek, kâinatta meydana gelen bir parçacık ya da kuant, tek başına değil ancak zıt eşi ile meydana gelebilir. Bunu daha kolay anlamak için şöyle tanımlayabiliriz: Mekândaki bir hareket, kâinatın boyutlar sisteminde bir tarz reaksiyona sebep olur. Bu reaksiyon, ortaya çıkan kuantın zıt bir benzerini meydana getirir. Tek başına bir kuantın oluşmama sebebi, kâinatın boyutlar sistemindeki kusursuz dengesidir. Nitekim yüce kitabımızın "YÂSİN" Sûresinin 36. âyetinde, bu hikmet, mucizevî bir şekilde bildirilmiş ve inanan inanmayan bütün ilim adamlarını hayretten secdelere kapanmasına yol açmıştır:

"O Allah ki herşeyden münezzeh ve tektir. Yarattıklarını zıt eşler şeklinde yaratmıştır. Arz'ın çıkardıkları, kendi nefisleriniz ve daha nice bilmedikleriniz, böyle zıt eşlerdir."

Kâinattaki bu boyut âhengi ve özellikle varlıkların zıt eşler halinde yaratılma sırrı, beşinci boyutun tanımını yavaş yavaş sahneye getirmektedir. Çünkü zıt eşlerin özelliğinde manyetik zıtlık vardır. O halde bir başka boyut, bir kuant yaratılırken kendi dengesini korumak için zıt bir kuantı harekete geçirmektedir. Bu noktadan hareket ederek beşinci boyutun şiddetli bir manyetik hareket boyutu olduğunu varsaymak gerekir.

Nitekim "ŞÛRÂ" Sûresinin 5. âyeti:

"Neredeyse gökler tepelerinden çatlayacaklar" diye bu manyetik hareket boyutunu tanımlamaktadır. Aynı konuyu bir başka perdeden açıklayan "ENBİYA" Sûresinin 30. âyeti: "O inkâr edenler, semaların ve arzın RATK iken (tek bir halde ve yekpare bir sistem iken) bizim onları FATK ettiğimizi ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yinede inanmazlar mı?" emri ile yine manyetik hareket boyutunun bir gerilim sistemi olduğunu bildirmektedir.

Peki biz bu manyetik hareket boyutunu tanıyarak, fizikte bilinmeyen hangi konuları kavrayabiliriz? Bu manyetik hareket boyutu, kâinattaki sistemlere acaba nasıl bir âhenk vermektedir? Bu konulara getireceğimiz açıklık, bir yerde 5. boyut olan manyetik hareket boyutunun doğruluğunu da ispatlayacaktır.

a) GRAVİTASYON DEDİĞİMİZ İNANILMAZ CAZİBE GÜCÜ:

Varlıkların mekâna yerleştiği sırada 5. boyuta karşı koydukları bir tavırdır. Manyetik hareket boyutunun denge varlığı ve müthiş gücü, bir cismin varolabilmek için buna karşı bir hareketle donatılması gereğini mecburî kılmaktadır. İşte maddenin özünde var olan gravidasyon, manyetik harekete karşı koyma gücüdür. Atom çekirdeğindeki şiddetli interaksiyon göstermektedir ki, varlıklar ne kadar küçülürse, gravidasyon güçleri o kadar şiddetli olmalıdır. Ancak kuvant fiziğinde bilinen peyk dalga hareketleri (spin), yine gravidasyon zorunluğu duymadan manyetik harekete karşı parite ile korunmadır.

Gravidasyonun manyetik hareket boyutuna yenilmesi olayını ise, kara deliklerde daha net görüyoruz.

b) KARA DELİKLERDEKİ GRAVİTASYON ŞOKU:

Eskimiş yıldızların üst üste yığılan parçacıkları, sonunda nötrona dönüşerek korkunç bir gravidasyon yığınağı yapmaktadır. Bu yığınak 5. boyutu âdeta zorlamakta ve bir başka dönüşüme geçmek istemektedir. Bu noktada manyetik hareket boyutu âdeta bir delik açmakta ve bütün gravidasyon enerjisini mekânın bir başka noktasına doğru salıvermektedir. Manyetik hareket boyutundaki bu pencere, nötron yıldızına nazaran daha güçsüz olan çevredeki bütün maddî varlıkların gravitasyonlarını sıfırlayarak bir şok anaforu meydana getirmektedir. Diğer boyutların bütün tesirlerini kaybetmeleri sebebiyle bu noktada zaman ve mesafeler yok olmakta ve o noktaya yaklaşan normal yıldızlar, bir anlamda zaman ve mesafe tüneline girerek kâinatın sonsuzluklarına yansımaktadır. Bu olay, manyetik hareket boyutunun ne kadar şiddetli bir değişim gücü olduğunu bize göstermektedir. Eğer galaksilerin trilyon kere trilyon kilometre uzaklıktaki mesafelerinde bir mekân yaklaşımı sağlanacaksa, ancak manyetik boyut kanalından geçmek gerekmektedir. Manyetik boyutun, mesafeleri bir anda ortadan kaldıran ve sıfırlaştıran büyük gücü, kâinatın akıllara durgunluk veren uzaklıklarında tasavvur ötesi bir yakınlık âhengi sergilemektedir. Yanî 1. 2. 3. ve 4. boyutlarda var olan bir insanın 5. boyuta yansıyabildiği takdirde bütün kâinatı kucaklayacakmış gibi bir yakınlığa düşmesi, İlâhî hilkâtin muhteşem bir gösterisidir. Allah sonsuz güzelliklerini ve akıl almaz ilminin cilvelerini sergilemek için, kâinatta sonsuz mesafeler ve kusursuz galaksi nakışları sergilemiştir. Dört boyutlu bir sistemden, meselâ dünyamızdan kâinatı seyrederken, mesafelerdeki ve hareketlerdeki akıl almaz hikmetleri görürüz. Fakat beşinci boyuttaki kâinata ulaştığımız zaman, uçsuz bucaksız kâinatın bütün noktalarını âdeta yakından kucaklıyor gibi oluruz. Allah'ın hilkât kudreti, beşinci boyutu halk ederek bu inanılmaz dekoru bir anda gönüllerin avucuna sunuvermektedir.

c) ZAMAN VE 5. BOYUT:

Yaratılış nizamında, varlıklarla boyutlar arasında değişmez bir âhenk vardır. Bir varlığın üç boyutlu sisteme uyması halinde, yani dünyamızda olduğu gibi maddî bir şekil gösterdiği takdirde, mutlaka 4. boyutun yani zamanın tesirine girer. Bu tesir, maddî varlığın değişkenliğini zorunlu hâle getirir. Önce bir hareket sistemi oluşur, varlıklar yer değiştirir. Bu değişim, kaba hatlarıyla bir yerden bir yere gidiş gibi gözlendiği gibi mikro dünyalarda moleküller arasındaki alış-verişler şeklinde de zuhur edebilir. Böylece yeni oluşlar, eskimeler ve değişimler ortaya çıkabilir. Biz bunları bazen ölüm diye yorumlarız. Gerçekte ise olay, maddî sistemin zaman boyutu ile birlikte yürüttüğü bir değişimdir. Daha önemlisi, 5. boyutu ve ondan sonraki boyutları iyi kavramadığımız için, kâinattaki bütün sırları bu basit pencereden seyretmek isteriz. Halbuki maddenin özündeki gravitasyon sırrı 5. boyutun tasarrufuna girince, zaman tesiri fonksiyonunun kaybeder ya da çok sınırlı çizgide kalır. 5. boyuttaki bir varlığın mekânı üç boyutun mesafelerinde hapsolmadığı için eskimeler, yıpranmalar ve dönüşümler artık söz konusu değildir. Hem buradaki olayların zamana bağlı diye bildiğimiz süratleri çok artmıştır ve âdeta anlık intikaller (bir anda ulaşma) şeklindedir, hem de açık bir ölümsüzlük vardır. 5. boyuttaki bu hikmetleri, kâinatın nazlısı Efendimiz (S.A.V.) mirâcında net bir şekilde yaşamıştır. Efendimiz (S.A.V.) dünya mekânında ilk intikâli Kudüs'e yaparken, zamana bağlı olarak bir kaç saniye harcadığı halde, 5. boyuta geçince hem zamanın gerisini hem de ilerisini bir anda seyretmiş ve anlatılması asırlar sürecek intikalleri, yatağı soğumadan yaşamıştır. 5. boyuttan ötesindeki boyutların niteliklerini ise, bugünkü fizik nosyonumuzla hiç farkedemeyiz. 6. ve 7. boyutlarda varlıklarını sürdüren meleklerin sonsuza yakın titreşim süratleri, bu boyutların özelliğinden gelmektedir. Bundan dolayıdır ki yüce kitabımız KURAN, bunların görünmezliğini ve bilinmezliğini net olarak bildirmiş, ayrıca zaman boyutu açısından yaklaşımlarda dünya mekânına bile sığması zor büyüklükleri yanında, zamanla ilgilerini akıl almaz süratlerle ifade etmiştir.

"Mearic" Sûresi âyet 4'de "Melekler ve ruh, oraya uzunluğu 50.000 yıl olan bir günde yükselip çıkarlar" buyurulmaktadır.

İşte zamanla 5. boyut arasındaki bu âhenk, kâinatın çeşitli katlarında zamanın akış süratinde kaçınılmaz bir değişkenlik hâsıl eder. Astrofizikte müşahede edilmiştir ki, belli bir ışın; kâinatın çok uzak nokta(arı arasında seyrederken, âdeta zamanı tüketmiş gibi görünmektedir. Meselâ; Güneş'ten yola çıkan bir muon'un fırtına gibi hızına rağmen yarı ömrü o kadar kısadır ki, arza ulaşmadan yolda değişime uğraması gerekir. Halbuki Güneş'ten hatta daha uzak yıldızlardan bile dünyaya nuon gelebilmektedir ki, bu ışınların yarı ömrü değişmez bir nitelik taşıdığına göre, arza kadar gelebilmeli, zaman akışının uzayın muhtelif bölgelerinde değişim içinde olduğunu göstermektedir.

Bu gerçek, uzayın ve kâinatın her noktasında 5. boyut tesirinin farklılığından doğmaktadır. Manyetik tesirinin boyutu, elipsoid bir yapıya sahip olan kâinat katlarında ayrı kuvvet hatları oluşturduğundan, zaman buralarda zaafa uğramakta, yavaşlamakta ya da bazı bölgelerde hızlı akmaktadır. Manyetik tesir boyutunun şiddetindeki farklar da, gravitasyon dediğimiz maddenin ona direnme gücünü değiştirmektedir. Bunların ötesinde sitemlerin tamamı da, kendi gravitasyon bütünlükleri ile kâinattan farklı mekân locaları oluşturmaktadır. Bir güneş sistemi, hem tek tek fertleri ile hem de bütünü ile manyetik hareket boyutuna tavır koymak zorundadır. Galaksiler de kendi bütünlükleri içerisinde bu tarz özel bir gravitasyon tavrı arz eder. Böylece kâinatın farkedilmez ekseni etrafında bütün galaksi grupları ayrı tarzlarda dönüp dururlar. 5. boyutun bu manyetik hareke gücü öylesine net bir boyuttur ki, galaksi topluluklarının helezon şeklindeki yapıları ve virgül şeklindeki düzenleri, bu hareketin âdeta sonsuz uzaydaki âhenk nakışlarıdır.

Bing bang teorisi ile ortaya çıkan astrofizik tartışmalarının uzama sebebi, manyetik hareket boyutunu farkedememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü 4 boyutlu sistem içerisinde büyük enerji dağılımlarının yerleşimlerini izah etmek imkânsızdır. Kâinattaki bu sonsuz gücün bir noktadan patladığı ve dağılan parçacıkları nasıl şekillendirip uzay mekânına yerleştirdiği, ancak manyetik hareket boyutuyla izah edilebilir.

Paul Davies'in mutlak vakumda yeni kuantların doğduğunu tespit etmesi, manyetik hareket boyutunun mesafe ve mekânları aşan sırrı ile açıklanmaktadır.

Gerek semaların ve uzayın sınırsız mekânlarında, gerekse varlıkların en küçüğü sayılabilecek atom ordugâhlarındaki faaliyetlerde 5. boyut hükmünü icra etmektedir. Hilbert'in maddî varlıkların sığınamayacağı kadar sığınamayacağı kadar küçük, fakat var olan mesafeleri dahi 5. boyutun istilâsından ötede kalamaz.

5. boyut aynı zamanda varlıkların değişmezlik kazandığı bir geçiş noktasıdır. 4 boyutlu sistemde değişkenliğe ve ölüme mahkûm olan olaylar 5. boyuta yansırken yeni bir hüviyetle sonsuzluğa ilk adımını atmış olur. Ne var ki, varlıkların bu noktaya intikâli, karadelikler misâlinde olduğu gibi, gravitasyonlarını terk etmekle mümkündür. İnsanın bütün varlıklardan farklı bir özelliği, bu intikali sağlayacak kabiliyette yaratılmış olmasıdır. İnsanlar ruhî yanları ile her an 5. boyuta yansıma kabiliyetine sahipken maddi yanları ile 4 boyutlu sistemin şartlarına tâbi olurlar. Bir anlamda "gizli gravitasyon" sayılabilecek olan nefislerini yenemedikleri için, bu muhteşem kabiliyetlerini kullanamazlar. Ehil olmayanlarca anlaşılamayan yüce insanın bu sırrı, pek çok örnekleri ile yaşanmıştır.

Yüce Peygamberimizin "yaşarken ölünüz" emri, bu söylediklerimizin özünü teşkil etmektedir. İnsanda mevcut olan muhteşem ruh varlığı, nefsin dünya çıkarları tuzağında hapsedilmezse, o insan 5. boyutu da yaşayabilir. Zaten insanın ölümü, bir anlamda 5. boyuta ve daha ötesindeki boyutlara intikâl olayıdır.

İnsan inansa da inanmasa da, yaradılışın bu akıl almaz sistemlerine tâbidir. 5. boyutun çağımızda öylesine zıt bir görüntüye bürünmesi, Allah'ın kâinatı tanımamız için bize açtığı yeni bir penceredir.

Bir hadîs-i kudsî'de Cenâb-ı Hak: "Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi diledim, onun için varlıkları yarattım" buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî, Allah'ın ilmi bize neden öğrettiğinin sebebini de açıklamaktadır. Onun için Allah ölümden sonra daha nice boyutları bize seyrettirecektir.

Boyutlar sistemi, mesafelerden başlayarak zaman ve manyetik eylemle devam eder. Ancak bitmez. Çünkü bundan ötede meleklerin varlıklarını sürdürebildikleri 6. ve 7. boyutlar, daha ötelerde ise ruhlarını varlıklarını koruyabildikleri pek çok boyutlar vardır.

İnsanoğlu, boyutları aşabilen muhteşem yaradılışıyla Rabbinin rızasını elde ettiği takdirde, yazımızın başındaki âyette belirtilen "eni yerlerle gökler kadar olan bir cennete" mazhar olacaktır.

Onk.Dr.Haluk Nurbaki
Boyutlar sistemi, mesafelerden başlayarak zaman ve manyetik eylemle devam eder. Ancak bitmez. Çünkü bundan ötede meleklerin varlıklarını sürdürebildikleri 6. ve 7. boyutlar, daha ötelerde ise ruhlarını varlıklarını koruyabildikleri pek çok boyutlar vardır.

İnsanoğlu, boyutları aşabilen muhteşem yaradılışıyla Rabbinin rızasını elde ettiği takdirde, yazımızın başındaki âyette belirtilen "eni yerlerle gökler kadar olan bir cennete" mazhar olacaktır.

Onk.Dr.Haluk Nurbaki
İstanbulda bir kış
Suyun renklenişi
Beyaz ve şeffaf
Tutkulu ve masum
Gökten yağardı kristal gerdanlık
Tüm coğrafyanin kadinlarina
"Yolda anlatırım"diye düşünmüş
Hikayesiz geçmezmiş o masallarda kış
Rivayet odur ki
Kış suyun altlardan ırmaklar akan şekliymiş
...

Bugün!

Bugün ben bir güzel gördüm
Bugün ben bir güzel gördüm
Bloğun hakkını verelim
Bi Anadolu şifası ekleyelim

23 Aralık 2016 Cuma

Açlığa Doymak



Filmi seyredeli çok uzun zaman oluyor izleyip üstüne yazabilseydim her detay hakkında bende uyananı eklemek isterdim.Belki tekrar bakabilirim.

Niye seyredelim ?
Açlık üzerine, yemek alışkanlıkları üzerine tefekkür etmek isterseniz mutlaka seyiredin.Hatta sevgili Aidin Salih'in açlık üzerine yazıları kitabı videolarıyla paralel bir okuma yaparsanız ortalarda ben artık haftanın üç günü detoks yapacağım diye dolaşmanız kaçınılmazdır :)

Sevgili Zeki Müren'den işitmiştim İnsan tokken şiir bile okuyamaz demişti çok düşündürücüdür.
Ve doğrudur.
Ve Hakikat.

Malumunuz güzel bir kibarı kelamdır ''şifa hazımdadır'' toklukta değil.Seyirde herkes ayrı ayrı çilesini doldururken yaşantısını hazmetmeye uğraşırken olaylar Eyüb karakterinin peşinde sıralanıyor gibi gözüksede. Kişiler üzerinden değil niyet üzerinden anlatım esas .Üç karakterde açlık çekiyor ama üç farklı niyet var hikayede.Asla niyetlerini sorgulamıyor herhangi bir karakteri öne almıyorum. The Hours ve Magnolia seyredenler ordaki anlatımı yerli olarak burada yakalayabilirler ama ben filmi klasik kesişen hayatlar olarak salt okumadım.Filmin bende uyandırdığı en temel şey ''Niyet''lerdir.Ayrıca Erkan Oğur öyle her filme müzik yapmaz bunuda dip not olarak geçeyim.

Niye seyretmeyelim ?
Yönetmene ve görüşlerine antipatiniz varsa izlemeyin.Yanlı film olmuş diyecekseniz izlemeyin.Elbette yanlı film olacak.Sende senin yanının filmini yapacaksın.Herkes kendi yanının filmini adam gibi yapsın biz her yandan izleyelim ne dalaşıyorsunuz be :) Allah Allah adamı hasta ediyorsunuz.Tamam aşkın evrensel bi seyir sizinde hepimizinde hakkı bunu nasıl dayatalım.Dayatmayalım seyredelim.Ne diyorduk seyirde yükseliş vardır.Acayip eğlenceli bir şey varsa oda film sitelerinde film yorumlarını okumaktır hepsi ayrı bir alem geçen biri şey yazmış 90 dk duvara baksaydım daha iyiydi.Belki 90 dk duvara bakmanız daha iyidir onu biz bilemeyiz onu neşeniz bilir kuzum :) Yeşilçamımıza gönderme yapıp burda noktalayım ahhh kuzumm!

Seyirde Yükseliş Vardır




Niye seyredelim ?
Hikaye farklı yerlerde geçsin farklı dönemin kıyafetlerini görsün gözüm diyorsanız izleyebilirsiniz hikaye Trende geçiyor ve Trende bir sirk var.Hayvanları seviyorsanız , hayvanları sevmesini merhamet duygusu uyandırmasını istiyorsanız evladı iyalinizde onlarla beraber izlemeye gayet uygun bir filmdir.Çoluk çombalak karşısına dizilebilirsiniz.Yabancı film bu kimbilir ne sahneler vardır izletmem ben çocuğuma diyorsanız filmde abartılacak bir müstehcenlik yok o sahneyide atlayıverirsiniz.Benim gibi sirklerin insanlık dışı mezalim yuvası olduğunu tüm dünyaya haykırmak istiyorsanız da seyredebilirsiniz.Bufilm için şu ifade cuk diye oturuyor Hz Pir'in Fil hikayesine atifla kendi ve kadarinca "Fili tuttuğu yerden " ifade etmiş.Filmin adını da zikredelim: Water for Elephants

Niye seyretmeyelim?
Aiyyy ben her gece bi belgesel izlemesem yatamamcılar ve sinema zevki Haneke, Tarkovsky, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz çizgisinde olanlar izlemesin.

Not:Şaka bir yana felsefi ağırlıklı film sevenleri çok büyük olasılıkla tatmin etmeyecek türde bir film.

İyi seyirler.Seyirde yükseliş vardır.